AB Üyeliği Öncesinde Yunanistan Ekonomisi – Bölüm 1

Ahmet Serdar

1.1. İkinci Dünya Savaşı Öncesi Yunanistan’ın Genel Durumu ve Ekonomisi  

1.1.2. Kuruluş Yıllarında Yunanistan Ekonomisi

Batı Avrupa’da Sanayi devriminin başlattığı ve o güne kadar insanlık tarihinin hiç şahit olmadığı gelişmeler artan bir hızla yaşanmaya devam ederken Yunanistan gerek Osmanlı idaresindeyken gerekse bağımsızlılığını kazandıktan sonra ki yıllarda bu sınaî gelişmelerden aynı oranda etkilenmemiştir. Bir tarım ülkesi olma özelliğini sürdüre gelmiştir.

Akdeniz ikliminin hâkim olduğu Yunanistan topraklarının büyük bir bölümü tarıma elverişli olmasa da verimlidir. İhracata dayalı tarım stratejileri deniz taşımacılığı kullanılarak daha o dönemde geliştirilmeye başlanmıştır. XX. Yy başlarında tahıl üretiminin yanında ihracata yönelik göze çarpan en önemli ürün Mora’nın verimli topraklarında yetişen şaraplık olarak kullanılan veya kurutulmak suretiyle ihraç edilen üzümdür. Daha sonraları tütün üretimi kayda değer bir ihraç malı haline gelmiş önceleri Doğu Makedonya bölgesindeki nüfusun en önemli geçim kaynağı iken 1950 li yıllardan itibaren ağırlıklı olarak Batı Trakya  bölgesine doğru kaydırılmış, bu gün ülke ekonomisinde ki önemi azalmakla birlikte bölgedeki Türk Azınlığın yegâne gelir kaynağı olma özelliğini sürdürmektedir.

Yunanistan Krallığı’nın ilk yıllarında tarıma dayalı ihracat büyük ölçüde daha Osmanlı idaresinden çıkmadan geliştirilen ticari amaçlı gemi filolarına bağlıydı. Sanayi devriminin zemin hazırladığı gelişmeler neticesinde yapılan uluslararası anlaşmalar ve Fransız devriminin yarattığı siyasi atmosfer bağımsızlığın kazanılmasıyla Doğu Akdeniz ticaretinin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Ticari filoların artmasının bir başka nedeni de yerel ticaretin hacim olarak büyümesidir. 20’ci y.y’ın başında Yunanistan’ın ihracatının milli gelirine oranı ortalama %15 civarında gerçekleşmiştir.

Tarım ürünlerine bağlı olarak büyüyen ticaret hacmi Yunanistan’ın bölgelere göre farklılık gösteren iktisadi altyapısını oluştururken ilk finansal kurumlarının da gelişmesine yardımcı olmuştur.  1841 yılında merkez bankasının kurulması ile Yunan drahmisi uluslar arası piyasalarda konvertible bir para birimi olarak yerini almış, bir mübadele aracı olmaktan çok milli pazarın oluşumunda birleştirici bir misyon üstlenmiştir. Ulusal tasarrufların toplanıp ticari kredilerin verilmeye başlanması, dışarıdan Yunanistan’a doğru sermaye hareketlerinin oluşması hep bu döneme denk gelir. Daha 1870’li yıllarda Yunanistan Merkez Bankası ülkenin en etkin kurumsal ekonomik varlığı ve gücü olmuştur.

Yunanistan iktisat tarihinde ulaştırma alanında çarpıcı gelişmelerin yaşandığı yıllar başbakan Harilaos Trikoupi’nin görevde olduğu dönemdir. Mora Yarımadasını anakaradan ayıran Korintos Kanalı açılmış, ülkenin dört bir yanını saracak demir yolları ağı oluşturulmaya başlanmıştır. Yunan mallarının dış pazarlara ulaştırılmasında en önemli faktör olan limanların inşası, var olanların rehabilitasyonu o dönemde gerçekleştirilmiştir. Sınai üretim yapan ilk fabrika yine o dönemde üretime başlamıştır. Ancak kamu borçlarından ve tarım sektörüne bağlı ihracatın istikrarsızlığından dolayı XX. Yy. ın başına kadar yeterince iktisadi büyüme sağlanamamıştır.

1910 yılında iktidara gelen Elefterios Venizelos bir takım iktisadi ve sosyal modernizasyonlar yapmak için harekete geçmiştir. Ancak Yunanistan 1912 – 1922 yılları arasında yeni bir savaşlar dizisiyle baş başa kalmaktadır. Kendisi de Alman asıllı olan Kral Konstantin’in karşı çıkmasına rağmen başbakan Venizelos itilaf devletlerinin yanında I. Dünya savaşına girme taraftarıdır. İstediğini yapmaktan geri durmamış, savaşa girmiştir. Sonrasında gelen Anadolu çıkartması, Küçük Asya’yı Yunanistan’a katma hayalleri, akabinde alınan malubiyet ülkeyi ve halkı perişan etmiştir. Bu durum Yunanistan’daki Katastrof Dönemi’nin  başlangıcı olmuştur. (1923 – 1940) Megalo İdea egenin serin sularına gömülmektedir.

İktisadi yönden asıl ağır yük ise Lozan Anlaşması sonucu yapılan nüfus mübadelesiyle ortaya çıkmıştır. O dönemde Yunanistan her açıdan zor günler yaşamaktadır.

1.1.3 Nüfus Mübadelesinin Sosyal ve Ekonomik Sonuçları

Mübadele değiş tokuş edilen insanlar üzerinde doğrudan etki yarattığı gibi, söz konusu iki ülkede çoğunluğu teşkil eden nüfus üzerinde de etkili olmuştur. Göç etmenin ve göçmenlerin iskânının maliyeti oldukça yüksektir. Yaklaşık olarak Yunanistan’a göç eden 1,2 milyon Rum’a karşılık Türkiye’ye Yunanistan’dan 400 bin Türk göçmen gelmiştir. Yunanistan’ın aldığı göç Türkiye’ye göre üç kat daha fazladır.

Mübadelenin Yunanistan açısından en önemli ekonomik etkileri şu şekilde sıralanabilir:
•    Şehirlerde yaşanan nüfus patlaması varoşlaşmaya neden olurken emeğin marjinal verimliliğini düşürmüştür.
•    Kırsal bölgelerde uygulanan tarım politikası değişmiş, artan nüfusu doyurabilmek ve verimliliği arttırabilmek için modern tarım yöntemleriyle tanışma zorunluluğu ortaya çıkmıştır.
•    En çarpıcı sonucu şüphesiz finansman açığını kapatmak için arttırılan vergilerdir.
Türkiye açısından mübadele ele alındığında yarattığı sonuçlar Yunanistan’daki kadar dramatik olmasa da ülkenin bundan olumsuz etkilendiği aşikârdır. Türkiye elinde önemli bir ekonomik güç bulunduran ahalisini yitirmiştir.   Üstelik bu kesim kalifiye işgücünün ve üretici kesimin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır.

Lozan sonrası dönemde, tüm olumsuzluklara rağmen Yunanistan ekonomisinde bir takım olumlu gelişmeler de göze çarpmaktadır. Venizelos’un kurumsal reformları devam etmektedir. Birden bire artan nüfusun yarattığı talep patlaması sınaî büyümeyi tetiklemiştir. Anadolu’dan gelen göçmenler (bu insanlar o zaman ki Türkiye’nin esnaf, sanatkâr, tüccar, doktor gibi elit kesimini oluşturuyorlardı) beraberlerinde üretim tekniklerini ve bilgi birikimlerini de getirmişlerdir. Böylelikle Makedonya ve Trakya bölgelerinde özellikle tarım kesiminde olumlu gelişmeler yaşanmıştır.

1920 li yıllarda drahminin değerinde düşüş başlamıştır. Kamu ve özel sektör borçları şeklinde dışarıdan başlayan sermaye girişi üretim artışında da etkili olmaktadır. Bir yandan göçmenlerin iskânı diğer taraftan savaşların finansmanının getirdiği zorluklar altında ezilen hükümet dış borçla durumu idare etmeye uğraşırken, Thedoros Pangalos (1925-1926) diktası döneminde belirgin bir şekilde dolaylı vergileri arttırıcı, kamu harcamalarını kısıtlayıcı sıkı bir maliye politikası izleme yoluna gidilmiştir.

Nüfus Mübadelesiyle %20 oranında artan Yunanistan nüfusu Lozan Anlaşmasından II. Dünya Savaşına kadarki dönemde yıllık ortalama %1,93 artış göstermiştir. 1928 ve 1940 yılları istatistikî verilerine göre Yunanistan nüfusu aşağıdaki gibidir.

1928-40 Yllarında Yunanistan Nüfusu
Yıllar    Yunanistan Nüfusu
1928    6.204.684
1940    7.344.860
Kaynak: Themelio Athina 1988

Sözü edilen dönmede faal nüfusun % 60’ı tarımda çalışarak GSMH’nın % 50 sini oluşturmaktadır.  Venizelos’un tarım reformuyla büyük toprak ağalarından mülteciler lehine bir toprak transferi olmuştur. Kuruluşundan XX. y.y’ın ilk çeyreği ortalarına kadar ihracata dayalı en önemli tarım ürünü kuş üzümü iken bundan böyle yerini tütün ve tütün ürünlerine bırakmıştır. 150 bin ailenin istihdam edildiği tütün üretiminde mamul ve ara mamulün %70’i ihraç edilmek suretiyle ülke ekonomisine önemli bir katma değer sağlamıştır.

Sınaî üretimin gelişimini desteklemek maksadıyla da daha Lozan Öncesi bazı atılımlar yapılmıştır. 2948/1922 sayılı yasa ile endüstrilerin geliştirilmesi amaçlanmış, Pirea’da faaliyet gösteren borsanın 1923 yılında işlem yapmaya başlamasıyla sınaî üretimde kayda değer bir artış yaşanmıştır.  Tekstil üretimine yönelik çalışan fabrikalar kurulmuş bu fabrikalar krizden kaçınmak maksadıyla Pirea Tekstil Fabrikasının yaptığı gibi birleşme (joint venture) yoluna gitmişlerdir.  5426/1932 sayılı yasa ile devlet müdahalesinin esas olduğu kamu maliyesinin çerçevesi oluşturulmuştur.

Ekonomiye kamu müdahalesi:  alt yapı yatırımlarının, yolların, kamu binalarının, sulama kanallarının, kanalizasyon ağının bizzat devlet tarafından üstlenmesi şeklinde olmuş, ancak yerli sanayiyi koruyucu, kendi kendine yetebilir bir Yunanistan kurulması sloganının benimsendiği bu dönemde ağır sanayinin oluşturulması yönünde bir hamle yapılamamıştır.  Benimsenen sloganla çelişir bir şekilde bütün yapılanların finansmanında en önemli kaynak dış krediler, dağıtımında bir organizatör rolü üstlenen merkez bankası olmuştur.

1.1.4 1929 Krizi Döneminde Yunanistan Ekonomisi

1929 yılında ABD’den tüm dünyaya yayılan kriz dünyanın her tarafını kasıp kavururken, aşağıdaki istatistikî verilerden de açıkça görülebileceği gibi Yunanistan bu olumsuz gelişmelerden görece daha az etkilenmiştir.

Sanayi üretimi kriz sonrası 1932 yılında artış gösteren tek ülke Yunanistan’dır. Bu sonuçta, Yunanistan’ın sanayileşmiş bir ülke olmamasının en önemli neden olması yanında 2948/1922 sayılı yasanın da etkisi vardır.

Ancak söz konusu dönemde tarıma dayalı ihracatta önemli düşüşler olduğu göze çarpmaktadır. Tütün ihracatının 1/3 oranında gerilediği yarattığı katma değer açısından %80’e varan daralmalar yaşandığı görülmektedir.  Göçmenlerden öğrenilen yeni üretim tekniklerinin de etkisiyle ulusal anlamda kendi kendine yetebilirlik bakımından tarımsal üretimde kriz dönemi ve sonrası artışlar devam etmiştir. 1928-1938 arası hububat üretimi iki kat artmış, pamuk ve sebze üretiminde önemli artışlar sağlanmıştır.

Sonuç olarak 1929 ekonomik bunalımından Yunanistan ekonomisi pek olumsuz etkilenmemiş olmakla birlikte tüm dünyada olduğu gibi devlet müdahalesinin arttığı bir dönem başlamıştır.

1.1.5. Birinci Dünya Savaşı Sonrası Türk – Yunan İlişkileri

Yunanistan’ın kuruluş dönemi ve sonrasında sosyoekonomik açıda yaşanan sancılar Türkiye’nin kuruluş yıllarında yaşadıklarından daha hafif değildir.    Hatta savaş sonrası yaşanan iktisadi zaafiyet, demokrasi yolunda verilen mücadele, Yunanistan’ın yakın tarihinin ne kadar büyük trajedilerle dolu olduğunu gösterir. Ancak Anadolu çıkartmasında olduğu gibi önce kışkırtılıp sonra yalnız bırakıldığı dönemler olsa da Yunanistan’ın arkasında bitmeyen bir batı desteği kendini hissettirmiştir. Bu harici etki Türk – Yunan ilişkilerinin dönemler arası homojen olmamakla birlikte şekillenmesinde de en baskın unsur olmuştur. Yunanistan’ın Avrupa ile ilişkilerde neden Türkiye’nin bir adım önünde olduğunu da önemli ölçüde açıklamaktadır.

Lozan sonrası yapılan nüfus mübadelesi sonrasında ortaya çıkan ihtilafların düzeltilmesiyle yakınlaşma çabaları artmış 1930 yılında ikili bir dizi anlaşmalar imzalanmıştır. 1933 yılında iki ülke sınırlarının karşılıklı olarak garanti altına alındığı Samimi Anlaşma Paktı oluşturulmuş ve Balkan Paktı’nın temelleri atılmıştır. Milli Mücadele yıllarındaki Atatürk – Venizelos çekişmesinin yerini Lozan sonrası Atatürk – Venizelos dostluğu almaktadır.  1930 ların ikinci yarısında İtalya’nın Akdeniz deki faaliyetleri iki ülke arasındaki ittifak oluşumunu daha zorunlu hale getirse de İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ilişkiler yeni bir dönemece girmiştir.

1.2.  İkinci Dünya Savaşı Sonrası Yunanistan’ın Genel Durumu ve Ekonomisi

Bağımsızlığını kazandıktan sonra Yunanistan’da inşa edilen anayasal monarşi II. Dünya Savaşı’na kadar sürekli bir devrim – karşı devrim süreci içinde süregelmiştir. Daha 1923 yılından itibaren darbe girişimlerinde bulunan General İoannis Metaksas 1936 yılında iktidarı ele almıştır. 1936 yılında Kral tarafından başbakanlığa getirilen İoannis Metaksas parlamentoyu feshederek kendini ömür boyu başbakan ilan etmiştir.

II.Dünya Savaşı sırasında Yunanistan önce İtalya ardından Almanya’nın işgaline uğramıştır. Kralın Londra’ya sığınması, hükümetin işlevini yitirmesi ülkenin bir iç savaşa sürükleneceği sinyallerini vermeye başlamıştır. Ortam gerilla hareketlerinin filizlenebilmesi için oldukça uygun bir hal almıştır. Özellikle Alman işgaline karşı çeşitli direniş örgütleri ortaya çıkmıştır. Bunların arasından öne çıkan iki tanesi sağ eğilimli “Hür Demokratik Yunan Ordusu” EDES ve sol eğilimli “Ulusal Kurtuluş Ordusu”  ELAS işgale karşı yoğun bir mücadele içine girmişlerdir. Savaşın son yılında Churchill’in Yunanistan’a gönderdiği İngiliz ordusuyla birlikte adı geçen iki örgüt ülkeyi Almanlardan temizleme başarısını göstermiş ancak beklenen huzur ve barış ortamını inşa etmek bir yana, ülke beş yıl sürecek olan son derece yıkıcı ve kanlı bir iç savaşın içine girmiştir.    Savaşın sonu Avrupa açısından olduğu gibi Yunanistan için de tam bir belirsizliktir.

1.2.1.  Savaşın Yunanistan Açısından İktisadi Sonuçları

II.Dünya Savaşının Yunanistan’a verdiği tahribat oldukça ağırdır. Demir yolları, kara yolları, limanlar, iletişim hatları, ticari filolar tahrip edilmiş, binden fazla köy yakılmış adeta yok edilmiştir. Gıda stoklarının yok olması, kümes ve besi hayvanlarının kıtlığı açlık derecesinde yoksul bir ülke görüntüsü ortaya çıkartmaktadır. Halk salgın hastalık tehdidiyle karşı karşıyadır. Gelişme çağındaki çocukların %85’i tüberküloz hastalığına yakalanmıştır. Zaten doğal kaynak bakımından zengin olmayan, sanayisi çağın gereklerine göre gelişme gösteremeyen ülke iyiden iyiye dış yardıma muhtaç bir hale gelmiştir.

Diğer taraftan Sovyet tehdidine karşı kendisine sadık müttefikler kazanma peşinde olan ABD için bu durum bir fırsat olarak değerlendirilecek, Truman Doktrini, onu müteakiben Marshall Planı devreye sokulacaktır. Ancak bu gelişmeler sadece ABD’nin değerlendirmek istediği fırsat bağlamında değil bizzat Yunanistan’ın da yardım talebiyle gün yüzüne çıkmıştır. Kaldı ki Marshall Planı sadece Yunanistan veya Türkiye’ye yönelik hazırlanmış bir plan değildir.

ABD Başkanı Truman’ın 12 Mart 1947’de Kongrede açıkladığı ve kendi adıyla anılacak olan doktrinde komünizm ile silahlı mücadele veren devletlere mali ve askeri yardımlar yapılması gerektiğine işaret etmiştir.

Bu gelişmeler ışığında Başkan Truman’ın Kongreye sunduğu ve Kongre tarafından kabul edilen plan Türkiye’ye 100 milyon dolar Yunanistan’a da 350 milyon dolar yardım yapılmasını önermektedir. Truman Doktrinini, aynı yılın haziran ayında ABD dış işleri bakanı George Marshall tarafından “Avrupa Ekonomilerini yeniden kalkındırmak” sloganıyla hazırlanan Marshall Planı izlemiştir. Aralarında Türkiye ve Yunanistan’ın da bulunduğu 16 Avrupa ülkesine toplam 12 milyar dolar yardım yapılması öngörülmektedir. Türkiye ve Yunanistan bu plan çerçevesinde paylarına düşen miktarları almışlardır.

Marshall Planı ile desteklenen Avrupa’nın yeniden yapılandırılması projesi neticesinde üç yıl gibi kısa bir sürede savaş öncesi duruma nazaran Avrupa genelinde: Toplam sanayi üretiminde  %25, toplam tarımsal üretimde %14 artış sağlanırken Yunanistan Ekonomisi üzerinde çabuk ve doğrudan bir etki göze çarpmamaktadır. Şüphesiz bunun en belirgin nedeni ülkenin 1944’te başlayan 1946 – 1949 yılları arasında devam eden çetin bir iç savaşa sahne olmasıdır.

1.2.2. İç Savaş ve Ortaya Çıkardığı Sonuçlar

İki aşamalı olarak cereyan eden iç savaşın ilk aşaması 4 Aralık 1944 günü başlamıştır. İç savaşın temel parametrelerinden biri olan ELAS aslında savaştan önce Metaxas diktasını devirmek üzere kurulmuş bir örgüt iken, savaş esnasında Nazilere karşı etkin rol oynayan solcu unsurları içersinde barındırmaya başlamıştır. 1944 yılında üye sayısı 2 milyona ulaşmaktaydı. Diğer taraftan Alman işgaline karşı direnen bir başka örgüt olan EDES ise sağ eğilimli bir örgüt idi. Bu iki örgüt el ele Yunanistan’ı Alman işgal kuvvetlerinden temizlemişlerdir. Ancak Yunanistan için savaş sonuçlanmamıştır. Ülke daha çalkantılı bir kaos ortamına sürüklenmektedir.

İngiltere Yunan Hükümetine verdiği ültimatomla ELAS’ın silah bırakmasını istemektedir. Ancak ELAS verilen ültimatoma uyma niyetinde değildir. Savaşın ilk aşamasında ELAS Churchill’in iddia ettiğinin aksine Moskova’nın mutlak bir desteğine sahip değildir. Ültimatoma uymama cesaretini de Moskova’dan almış değildir. ELAS karşı karşıya getirildiği EDES’le anlaşmayı kabul etmiş, demokratik seçimler yapılarak savaş esnasında Londra’ya kaçan kralın dönüp dönmemesi konusunda referanduma gidilmesi konusunda karar kılınmıştır. İki grubun anlaşması neticesinde 12 şubat 1945 tarihinde savaşın ilk aşaması sonuçlanmıştır. Ancak kralın ülkeye geri dönmesi ve hükümetin kurulmasıyla sular durulacağı yerde iç karışıklık yeniden patlak vermiştir.

BM’in devreye girmesi ve Bulgaristan, Yugoslavya, Arnavutluk gibi komşu ülkelerin gerillalara destek vermesiyle savaşsın ikinci aşaması uluslar arası bir niteliğe bürünmüştür. Hatta 1940 sonrası Türk Komünist hareketinin öncülerinden olan Mihri Belli Yunanistan Kurtuluş Ordusu adına savaşmış “Kaptan Kemal” kod adıyla tabur komutanlığına kadar yükselmiştir.

Savaşın ekonomik ve demografik sonuçları oldukça vahimdir. Metaksas’ın eski kurmay başkanı General Papagos’un sona erdirdiği savaş neticesinde 10 bin’i dağlara çıkan gerillalar olmak üzere toplam 130 bin Yunanlı sivil ve asker hayatını kaybetmiş, 700 bin kişi sürgüne gönderilmiştir.  1949 yılına kadar süren savaşta 20 bin kişi hapse atılırken 5 bin kişi idam ile müebbet hapis arasında değişen cezalara çarptırılmıştır. Bazı kaynaklarda iç savaşta hayatını kaybedenlerin 160 bini bulduğuna dair iddialar yer almaktadır.

Devrim söylemiyle başlayan bir hareket karşı devrimle sonuçlanmıştır. Milliyetçi koalisyonun kurduğu yeni rejim Yunanlı entelektüellerin tabiriyle güdümlü demokrasi olarak anılacak ve 1967 yılına kadar inişli çıkışlı bir seyir izleyerek Yunanistan siyasal tarihinde yerini alacaktır. Demokrasinin güdümlü olmasının nedeni şüphesiz bu sürecin başlamasında en baskın rolü oynayan anti – komünist ordu güdümünde olmasıdır.

Çok ağır sosyal maliyetine karşın söz konusu gelişmeler, çağdaş Yunanistan’ ın 20.yy. boyunca, günümüzde uluslar arası sistemin neresinde yer alacağı hususunda net bir işarettir. Bu acı tecrübe Yunanistan ın yüzünün Doğu Blokuna değil Batı Dünyasına dönük olacağını göstermektedir. Bir bakıma Truman doktrininin bir başarısı olarak değerlendirilebilir. Aksi gerçekleşmiş olsaydı. Yunanistan bu gün AB’nin 28 yıllık bir üyesi değil Hırvatistan gibi üyeliği müzakere eden hatta henüz bu statüye bile kavuşamamış bir ülke olabilirdi.

Aynı dönemde Türkiye ile birlikte Yunanistan’ın soğuk savaşın hangi cephesinde de yer alacağı belirlenmişti. 16 – 20 Eylül 1951 NATO konseyi toplasında Türkiye ve Yunanistan’ın ittifaka davet edilmeleri kararlaştırıldı. Norveç ve Danimarka’nın karşı tutumuna rağmen ABD’nin dediği olmuş ve iki ülke 18 Şubat 1952’de ittifaka üye olmuşlardır. Türkiye’nin Kore’deki başarısı bir tarafa bırakılırsa Türkiye ve Yunanistan, ittifaka aynı amaç doğrultusunda kabul edilmişlerdir. Bu amaç Balkanlarda komünizmin önüne bir set çekmek ve Ortadoğu’daki petrol kaynaklarının idaresinde söz sahibi olmaktan başka bir şey değildir.

Türkiye ve Yunanistan’ın OECD teşkilatına katılmaları da birbirini izleyen aynı döneme denk gelmektedir. 14 Aralık 1960’da kurulan teşkilata Türkiye 2 Ağustos 1961’de üye olurken Yunanistan’ın üyeliği de hemen onu takiben 27 Eylül 1961 tarihinde gerçekleşmektedir.

1960 yılında Stockholm’de imzalanan bir anlaşmayla kurulan hâlihazırda İsviçre, İzlanda, Lichtenstein, Norveç’in üyesi olduğu Avrupa Serbest Ticaret Birliği EFTA’ ya ise Türkiye ve Yunanistan’ın üyelik girişimi olmamıştır.

EFTA’nın         kuruculuğunu İngiltere, Norveç, Danimarka, Avusturya, Portekiz, İsveç ve İsviçre yapmıştır. Birlik AET’nin kurulmasıyla önemini yitirmiştir.   Portekiz gibi bir Akdeniz ülkesi EFTA’ya üye iken Türkiye ve Yunanistan’ın üyelik girişiminde bulunmamış olması dikkat çekicidir. Birinden birinin böyle bir girişimi olsaydı şayet, diğerinin de müracaatta bulunacağı düşüncesini akla getirmektedir. Türkiye AT kapılarını aralamak maksadıyla EFTA ile zaman zaman temas kurmuş ikili anlaşmaların yanında “serbest ticaret ve işbirliği anlaşması imzalamış olmasına rağmen bu girişimlerden AT’ye tam üyelik konusunda bir istifade sağlanamamıştır.

1.3. AB’nin Doğuşu, Hedefleri ve Yunanistan’ın AB İle İlk  İlişkileri

1.3.1 Ekonomik Entegrasyon Üzerine

Ülkeleri bir araya getiren entegrasyonlar, öncelikli olarak uzun bir uzlaşma süreci gerektiren ve karmaşık ilişkilerin gözlemlendiği bir yapıya sahiptir. Ekonomik açıdan ele alındığında bölgesel nitelikli ekonomik ihtiyaçlar doğrultusunda yapılanmaktadırlar. Siyasi entegrasyon ise karşılıklı işbirliği, iyi niyet, ortak amaçlar ve hedefler paydasında iki yada daha fazla sayıda ülkenin bir araya gelerek belli bir müktesebata dayanarak biçimlendirdikleri oluşumlar olarak tanımlanır.

Kuşkusuz AB projesi ekonomik ve siyasal anlamda bölgesel entegrasyon teorisini en iyi açıklayan modellerden biridir.  Tarafların ekonomik faaliyetlerinin bütünleştirilmesi anlamına gelen ekonomik entegrasyon bütünleşme derecesine göre: serbest ticaret alanı, gümrük birliği, ortak pazar, ekonomik ve parasal birlik olarak kendini gösterebilir. AB bu oluşumların tamamını bünyesinde barındırmaktadır.

Bölgesel entegrasyon terimini bölgesel işbirliği ile karıştırmamak gerekir. Bölgesel işbirliğinde, katılımcı ülkeler birbirleriyle daha gevşek yapıda bağlılık sergilerken, entegrasyon ile birlikte söz konusu bu bağlılık ileri boyutlara ulaşmaktadır.

İki kutuplu dünyanın tek kutba dönüşmesi ile birlikte ortaya çıkan yeni dünya düzeni kendi geleneklerine sahip ulus devletleri ve devletin kısmen ekonomide yer aldığı ülkeleri dönüştürme çabası içine girmiştir. Bu çerçevede amaç; bireysel ve neo-liberal uygulamaları gerçekleştirmektir.  Böylece ülkeler siyasi, ekonomik ve tarihsel özelliklerinden daha çok arındırılmaya çalışılmaktadır. Avrupa Topluluğu da soğuk savaş sonrası 1992 yılında Avrupa Birliğine dönüştürülmüştür.

1.3.2 Avrupa Topluluğu’nun Doğuşu

Avrupa Topluluğu II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Almanya ve Fransa’nın öncülüğünde İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’dan oluşan altı Batı Avrupa ülkesi tarafından kurulmuştur. Ulusçuluk engellerinin azaltılarak bütünleşmiş Avrupa girişimine canlılık verilmesinin bir ürünü olarak görülmektedir.

Marshall yardımı adı altında Avrupa’ya akan ABD sermayesinin kendilerini giderek ABD’ye bağımlı kılacağını gören Batı Avrupa devletleri Avrupa menşeli yeni bir sermaye piyasası oluşturmak istemişlerdir. Bu amaçlarına bireysel olarak ulaşmaları mümkün olmadığından, bu ülkelerin ekonomik potansiyellerinin bir araya getirilmesi ve böylece güçlü bir Avrupa Pazarı oluşturulması planlanmıştır. Bütünleşmenin Pazarın genişlemesine, bunun da sermaye ve teknolojinin hızlı gelişimine yol açacağı düşünülmüştür.

Topluluğun oluşum aşamasında biçimsel olarak üç ayrı topluluğun varlığı dikkat çeker. Bunların içinde ilk kurulan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) olmuştur. AKÇT’yi kuran ve aynı zamanda bu günkü AB’nin temelini oluşturan Paris Anlaşması 8 Nisan 1951 tarihinde yukarıda adı geçen altı Avrupa ülkesi tarafından imzalanmış ve 1952 yılında yürürlüğe girmiştir. Avrupa Ekonomik Topluluğu (ortak Pazar) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu EURATOM ise 1958’de Roma Anlaşmasıyla yürürlüğe girmiş ve üçü birden Avrupa Topluluğu olarak adlandırılmıştır. Bunlar farklı anlaşmalarla kurulmuş olsalar da üyeleri aynıdır ve ortak kurumlara sahiptirler. O nedenle Avrupa Topluluğu 1992 den sonra da Avrupa Birliği olarak anılırlar.

Topluluğun görevi, ortak pazarın kurulması ve üye ülkelerin ekonomi politikalarının giderek yaklaştırılması suretiyle, Topluluğun bütünü içinde ekonomik etkinliklerin uyumlu olarak gelişmesini, sürekli ve dengeli bir yayılmayı, artan bir istikrarı, yaşam düzeyinin hızla yükselmesini ve birleştirdiği devletler arasında daha sıkı ilişkileri gerçekleştirmektir. Topluluklar bu sürecin sonunda üye devletler arasındaki bütün iç sınırları kaldırarak tek bir Pazar kurmuşlardır. 1992’de Maastricht’te imzalanan Avrupa Birliği Anlaşması ile ekonomik ve parasal birlik doğrultusunda ilerleyen ve belirli alanlarda hükümetler arası işbirliğini içeren bir Avrupa Birliği kurulmuştur.

AET’nin hukuki altyapısına temel teşkil eden 25 mart 1957 tarihinde imzalanarak 1 ocak 1958 tarihinde yürürlüğe giren Roma Anlaşmasının orijinal metni öncelikle, AET’yi kuran ülkelerin temel entegrasyon modeli olarak benimsedikleri ortak pazarın oluşturulmasına yönelik hükümler içermektedir. Bu çerçevede ilk olarak malların serbest dolaşımının sağlanması için, başta miktar kısıtlamaları ve gümrük tarifeleri olmak üzere üye ülkeler arasında ticareti kısıtlayıcı tüm engellerin kaldırılması ve üçüncü ülkelere karşı ortak gümrük tarifesi benimsenmesi yoluyla bir gümrük birliği oluşturulmasını öngörmektedir. Bunun yanı sıra mallar, hizmetler, işgücü ve sermayenin serbest dolaşımının tam olarak sağlanması için üye ülkelerin bu konudaki mevzuatlarının ve politikalarının uyumlaştırılmasını öngören hükümler de anlaşmada yer almıştır.

Roma Anlaşması yalnızca ortak pazarın kurulması yönünde bir girişimi ifade etmemektedir. Anlaşma ile başta topluluğun temel politikalarından biri olan OTP (ortak tarım politikası) olmak üzere, topluluk düzeyinde ele alınacak ortak politikalar da belirlenmiştir. Roma Anlaşmasının temel metninde yalnızca tarım ve ulaştırma alanlarında ortak bir politika belirlenmiş olsa da zaman içersinde yapılan Avrupa tek senedi  (1987), Maastricht (1992) ve Amserdam (1997) Anlaşmalarıyla, ortak ticaret politikası, ortak ekonomi ve para politikalarının yanı sıra tüketicinin korunması, çevre, eğitim, sanayi, kamu sağlığı gibi birçok alanda ortak politikalar geliştirilmiştir.

1.3.3 AB’nin Hedefleri

Avrupa Birliğinin temel hedeflerini başlıca yedi başlık altında toplamak mümkündür:

Tek Avrupa pazarının kurulması: Dengeli ve sürdürülebilir ekonomik ve sosyal kalkınmayı sağlamak ve bunun için özellikle iç sınırlardan arındırılmış bir alan yaratmak Avrupa tek çatısının temel hedeflerinden biri olmuştur. Birlik içersinde fiziki, teknik ve mali engellerin kaldırılmasına yönelik Roma Anlaşmasından günümüze değin çok önemli mesafeler kat edilmiştir.

Ekonomik ve sosyal bütünleşmeyi güçlendirmek ve üyelerin ekonomi politikalarını yaklaştırmak: Üye ülkeler arasında sosyal ve ekonomik bütünleşmeyi güçlendirmek için ortak ekonomi politikaları üzerinde uzlaşmak ve bunları yürürlüğe koymak öteden beri AB’nin diğer bir hedefidir.  Bu konuda da günümüze değin çok önemli mesafeler alınmıştır. Hali hazırda AB’de çeşitli ortak ekonomi politikaları: ortak tarım politikası, ortak ticaret politikası, ortak sanayi stratejisi, ortak rekabet politikası gibi politikalar yürütülmektedir.

Ekonomik ve parasal birlik oluşturmak (EPB). Birliğin hedeflerinden birisi de üye ülkeler arasında tek para birimini içerecek ekonomik ve parasal birliği kurmaktır. Maastricht Antlaşması ile ekonomik ve parasal birliğin aşamaları ayrıntılı olarak karara bağlanmıştır. En geç 1.1.2002 tarihine kadar Avrupa tek para birimi Euro’nun dolaşıma konulması hedeflenmiştir.

Ortak bir dış politika ve güvenlik politikası uygulamak: AB’nin bir diğer hedefi ortak bir dış politika ve güvenlik politikası uygulamaktır. Ortak bir savunma politikası oluşturmak suretiyle AB’nin uluslararası arenaya kendi kimliğiyle çıkmasını sağlamaktır.

Avrupa vatandaşlığı kavramını oluşturmak: AB vatandaşlığını ihdas etmek yoluyla üye devletlerin uyruklarının hak ve çıkarlarının daha güçlü bir biçimde korunmasını sağlamak birliğin temel hedeflerinden biridir. “birlik vatandaşlığı” Maastricht Antlaşmasıyla getirilmiş yeniliklerden biridir. AB’ ye üye ülke vatandaşlarının tümü aynı zamanda birlik vatandaşıdır.

İnsan haklarını topluluk hukukunun genel ilkesi olarak kabul etmek. AB’nin en önemli hedeflerinden birisi insan haklarına saygının geçerli olduğu, hak ve özgürlüklerin en etkin biçimde güvence altına alındığı ve korunduğu bir birlik yaratmaktır.

Hukuk ve içişleri alanında daha sıkı işbirliğini gerçekleştirmek, adalet ve içişleri konularında sıkı bir işbirliği geliştirmek birliğin bir başka hedefidir.

Topluluk müktesebatını korumak ve buna uygun faaliyet göstermek. AB hedeflerinden biri de “topluluk müktesebatı” (acquis communuataire) olarak adlandırılan hukuksal düzenlemeler bütününü korumak ve bu kuralları tam anlamıyla uygulamaktır.

AB; barış, birlik, eşitlik, özgürlük, dayanışma ve güvenlik temel değerlerini benimsemiş bir bölgesel ekonomik entegrasyon hareketi olarak temel hedeflerine ulaşma çabasında olan bir birliktir. Eşitlik ilkesiyle: eşitliğin ancak kural olduğu yerde birliğin ayakta kalabileceği ima edilmektedir. Bununla kastedilen yalnızca birlik vatandaşları arasında eşitlik değil, aynı zamanda üye ve aday devletler arsında da eşitliktir. Hiçbir AB vatandaşının milliyetinden dolayı mağdur edilemeyeceği ve ayrıma tabi tutulamayacağı Maastricht Antlaşmasıyla teyit edilmiştir. Bütün AB vatandaşları yasa karşısında eşittir. Üye devletler arasında eşitlik ilkesi ise hiçbir devletin diğeri karşısında öncelik taşıyamayacağı yüzölçümü, nüfus, ekonomik ve kültürel farklılıkların sadece eşitlik ilkesi doğrultusunda ele alınması gerektiği anlamına gelir. Bu açıdan konuya objektif olarak bakıldığında Avrupa’nın Türkiye ve Yunanistan’ı hazmetme kapasitesinin çok değişken olacağı, benzerliklerden ziyade farklılıkların devreye gireceği aşikârdır.

1.3.4. Yunanistan’ın Avrupa Topluluğuna Müracaatı

Roma Anlaşmasının 237. maddesinde her Avrupa Devletinin topluluğa üye olmayı talep edebileceği, Avrupa Bakanlar Konseyi, Avrupa Komisyonun konuyla ilgili mütalaasını aldıktan sonra ittifakla karar verileceğinden bahsedilmektedir.

Roma Anlaşmasının yürürlüğe girmesinden birbuçuk sene sonra 8 Haziran 1959 yılında Yunanistan’ın Topluluğa ortaklık müracaatında bulunması ile Yunanistan ile AET arasındaki ilişkilerin ilk adımı atılmıştır. Dönemin başbakanı Karamanlis liderliğindeki Yunan Hükümeti, bir ortaklık anlaşmasına varılması amacıyla Roma Anlaşmasının ilgili maddesi uyarınca Topluluk Komisyonuna ve Bakanlar Konseyine başvurmuştur. Topluluk Konseyi Yunanistan’ın başvurusunu 25 Temmuz 1959 tarihinde inceleyerek, Yunanistan Hükümetiyle hazırlık görüşmeleri yapmak üzere Komisyonu görevlendirmiştir.

Yunanistan ile AET arasındaki görüşmeler, 9 Temmuz 1961 tarihinde Atina’da imzalanan ve 1 Kasım 1962 tarihinde yürürlüğe giren ortaklık anlaşmasıyla sonuçlanmıştır. Böylece Yunanistan Roma Anlaşmasının 238.ci maddesi uyarınca Avrupa Ekonomik Topluluğuna ortak olan ilk ülke olmuştur.

Bu anlaşma ile Yunanistan’ın nihai hedefinin tam üyelik olduğu ifade edilmektedir. Ancak 1967 askeri darbesi, Birlik ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin belli bir süre için askıya alınmasına sebep olacaktır. NATO gibi Avrupa Topluluğunun özünde de güvenlik meselesi, savunma kaygısı yatmaktadır. Topluluk ilk yıllarında ekonomik olmaktan çok doğal olarak siyasi bir birlik görüntüsü vermektedir. Dünya tarihinin o güne kadar görmediği yıkıcı bir savaş ardından fiiliyata geçmiş olması rastlantı değildir. Bu bağlamda Yunanistan’ın da AET’ye müracaatı güvenlik kaygısı ile aranan ittifak gereksinimi açısından ele alınmalıdır.

Batı Avrupa Birliğinin  (BAB) savunma şemsiyesi altında yer almak Yunanistan’ı doğudan gelebilecek tehditlere karşı savunmaya yetecektir. Soğuk Savaş sonrası NATO’dan bağımsız olarak hayata geçen Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına (AGSP) dâhil olmakla Yunanistan Türkiye ile arasındaki askeri anlaşmazlıklarda da yalnız kalma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.  Nitekim Yunanistan NATO üyesi Türkiye’nin AGSP’den dışlanamayacağına dair ABD, AB adına İngiltere ve Türkiye arasında Leaken 2001 Zirvesinde varılan mutabakata itiraz etmiştir. Atina Türkiye ile olası bir çatışmada AB’nin Yunanistan’a destek vereceğine dair garanti istemiştir.

1.3.5. Atina Anlaşması’nın Hükümleri ve Hedefleri

Atina Anlaşması ile Topluluk ile Yunanistan arasında aşağıdaki hükümler ve hedeflerin gerçekleştirilmesi öngörülmektedir:
1. Bir gümrük birliğinin gerçekleştirilmesi.
2. Ekonomik, ticari ve tarımsal konularda ortak hareket ve uyumun sağlanması.
3. Ortaklığın İktisadi bir bütünleşmeye yönelik olması.
4. Yunanistan’a ekonomik gelişmesini kolaylaştıracak gerekli mali kaynakların sağlanması.
5. Ortaklıkta temel ilkenin tarafların karşılıklı yükümlülükler üstlenmiş olması.
6. Ortaklığın Yunanistan’ın Topluluğa tam üye olarak katılmasını sağlamak amacında olması ancak ortaklık süresinin sınırlandırılmaması esas alınmıştır.

Ayrıca bu hedeflerin gerçekleştirilmesini ve ortaklık ilişkisinin sağlıklı bir şekilde işlemesini sağlamak üzere bir Ortaklık Konseyi kurulması anlaşmada öngörülmüştür. Ortaklık çerçevesindeki politik denetim ise oluşturulacak bir karma parlamento komisyonu yapılacaktır.

Atina Anlaşmasına göre, anlaşmanın işleyişi AET’yi kuran Roma Anlaşmasından doğan yükümlülüklerin Yunanistan tarafından tümüyle üslenilmesi sağlandığı takdirde, Yunanistan’ın topluluğa tam üyeliği incelenecektir.

Yunanistan 1 Temmuz 1968 tarihinden itibaren, sınaî ürünler ihracatının tümü için gümrük muafiyetinden faydalanmaya başlamıştır. Buna karşın topluluktan yaptığı ithalata uyguladığı gümrük vergilerini 12 veya 22 yıllık süreler içersinde ortadan kaldıracaktır. Nitekim Yunanistan 1 Kasım 1974 tarihinden itibaren topluluktan yaptığı ithalatın büyük bir bölümü için gümrük vergilerini sıfıra indirmiştir. Ayrıca 22 yıllık rejime tabi maddeler için gümrük indirim oranı 1 mayıs 1974’te %36’ya ulaşmıştır.

1.4.  Türkiye Açısından Yunanistan’ın Müracaatı ve İki Ülkeyi AT ile İşbirliğine Sürükleyen Faktörler

Avrupa ile ilişkiler açısından Türkiye için de durum pek farklı değildir. Daha cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türkiye’yi Avrupa ile sonrasında Avrupa Ekonomik Topluluğuyla ilişki kurmaya iten etkenlerin başında siyasi nedenler yer almıştır. Bu durum, Türkiye’nin Batı Dünyası içindeki konumunu koruma ve geliştirme açısından önemli sayılacağı gibi, genç cumhuriyetin yeniden şekillenen dünya haritasındaki güvenlik arayışının da bir ifadesidir.     Ekonomik açıdan bakıldığında AET geniş bir pazardır. Bu pazarda Türkiye’nin üretimini, ticaretini arttırma imkânı vardır. Dışsal ekonomilerin oluşması sonucu verimliliğini de arttırması söz konusu olabilecektir. Böylelikle Türkiye daha modern üretim tekniklerini ve teknolojileri kullanabilecektir.  Yunanistan’ın AET’ye üyelik için müracaatı AET kanadında genişlemeye yeni bir yön ve hız verecek bir olanak olarak görülmüş ve çok olumlu karşılanmıştır. O tarihte Yunanistan AET’ye müracaat eden tek Balkan ülkesidir.  Yunanistan’ın başvurusu karşısında Türkiye’nin sessiz kalması imkânsızdır.  Yunanistan’ın Topluluğa dâhil olup Türkiye’nin Topluluk dışında kalması halinde Türkiye gerek Batı ile ilişkilerinde gerekse Yunanistan ile ikili ilişkilerinde haklı tezlerini kabul ettirmekte zorlanacak, yönünü ya Doğu Bloğuna ya da Arap Coğrafyasına döndürmek zorunda kalacaktır.   Üstelik arzu edilen münhasır medeniyetler seviyesi de batı dünyası ile entegre olmakla mümkündür. Böylelikle Yunanistan’ın AET’ye müracaatından henüz iki ay geçmeden 31 Temmuz 1959 da Türkiye de AET’ye ortaklık talebinde bulunmuştur. Taraflar arasında dört yıl süren görüşmeler neticesinde 13 Eylül 1963 yılında imzalanan ve 1 Ocak 1964’te TBMM’nin onayıyla yürürlüğe giren Ankara Anlaşmasıyla Türkiye AET ile ortaklık ilişkisini tesis etmiştir.

Türkiye Ankara Anlaşmasını imzalarken bir bakıma da Yunanistan’ın Avrupa ile bütünleşmeye tek başına hakkı olmadığını gösterme çabasındadır. Çünkü Türkiye 1950’li yıllardan itibaren batı ile ilişkilerinde Yunanistan’la bir yarış içersine girmiştir. İki ülke arasındaki sorunlar yeniden kendini hissettirmeye başlarken Yunanistan II. Dünya Savaşı sonrasında yeniden Batı desteğini arkasına almaya başlamıştır.

Yunanistan’ın hem AET hem de ABD ile yakınlaşması, Ankara’da bir telaş başlatmıştır. Yunanistan batıya kapağı atarken Türkiye onun gerisinde kalmamalıdır. Bu yarış ve çekişme hem AET hem de NATO içinde sürüp gitmiştir.

Yunanistan’ın imzaladığı Atina Anlaşması gibi Ankara Anlaşmasının da amacı Türkiye’nin diğer altı AET ülkesinden birisi gibi topluluğa dâhil edilmesiydi. Her iki anlaşmada birer “genel çerçeve anlaşması” olup aynı özellikleri taşımaktadırlar.

Bu iki ülkeyi AET ile işbirliğine sürükleyen faktörleri daha sistematik bir şekilde irdeleyecek olursak aşağıdaki sonuçlara ulaşabiliriz.  Ana hatlarıyla vurgulanacak olan faktörlerin varlığı Türkiye ve Yunanistan açısından karşılıklı olarak düşünüldüğünde birbirinin muadili olan Atina ve Ankara anlaşmalarını AET ile imzalamaya sevk eden nedenlerdir. Her iki anlaşmada göstermektedir ki;  iki ülke eşit şartlar altında, aynı hedefe odaklanarak bu anlaşmaları imzalama yoluna gitmişlerdir. Söz konusu faktörleri şu şekilde özetleyebiliriz.

1. Türkiye ve Yunanistan II. Dünya savaşından sonraki uluslar arası siyasi, askeri ve ekonomik ilişkilerini, batılı ülkeler yönünde geliştirme yoluna gitmişler, NATO ve Avrupa Konseyi içinde yer alarak batı dünyası ile bütünleşme arzusunda olmaya gayret etmişlerdir.
2. Henüz Türkiye Ankara Anlaşmasını, Yunanistan’ın ise Atina Anlaşmasını imzalamadığı yıllarda AET ülkeleriyle oldukça gelişmiş ekonomik ilişkiler içersindeydiler.  1960’lı yılların başında Türkiye dış ticaretinin %30’dan fazlasını AET altılar grubu ile gerçekleştirmekteydi. Yunanistan ise 1970 li yılların ortalarına gelindiğinde toplam ihracatının yarısını AET ülkelerine yapmaktaydı.   Her iki ülkenin de dış ekonomik ilişkileri ABD’den çok AET yönüne kaymakta idi.
3. Her iki ülke de iktisadi kalkınma modeli olarak büyük ölçüde batı Avrupa ülkelerini örnek almışlardır. Bu kalkınma modeli piyasa ekonomisine dayalı karma ekonomik yapıda olan bir kalkınma modelidir. Her iki ülkede de siyasal rejimin ve piyasa ekonomisine dayalı iktisadi modelin AET içersinde daha sağlam temellere oturtulabileceği düşüncesi hâkimdi.
4. Her iki ülkenin de yoksul ekonomileri AET içinde yer almakla kendileri dışında büyük bir pazarın üstünlüklerinden faydalanabilecek böylelikle iktisadi gelişimlerini hızlandırabileceklerdi.
5. Bir diğer faktör olarak ortaya atılabilecek düşünce şudur: daha kuruluş yıllarında AET’nin altı ülke ile sınırlı kalmayacağı, belki de bütün Avrupa ülkelerini içine alabilecek bir topluluk oluşumuna doğru gideceği daha o günden belliydi. Bazı EFTA üyesi devletler AET’ye üye olabilmek için müracaat etmişlerdi. Türkiye ve Yunanistan topluluğa dâhil olmamakla siyasi ve askeri dış ilişkilerine ters düşen bir noktada kalabilecek, yalnızlığa itilmiş olabileceklerdi.
Her ne kadar Türkiye fiilen yaşamamış olsa da özellikle Yunanistan için II. Dünya savaşının acıları ve bırakmış olduğu tahribat çok taze idi. Bu nedenle güvenlik kaygısı kuşkusuz ki her iki devleti de Birlik içinde yer almaya iten önemli faktörlerin başında gelmektedir.
6.  Son bir faktör olarak ele alınabilecek husus şudur. Türkiye ve Yunanistan demokrasi ve insan hakları bakımından bir kısır döngü içersindeydiler. Birliğin içinde yer almakla bu ülkelerin demokratik altyapısı sağlam temeller üzerine yeniden inşa edilebilecek, askeri hegemonyanın yerine insan haklarına saygılı birer hukuk devleti ortaya çıkabilecekti.

1.5. Albaylar Cuntası ve Kıbrıs Ekseninde Yunanistan’ın Avrupa İle İlişkileri

Yunanistan’da 1946–1952 yılları arasında 16 hükümet işbaşına gelip gitmiştir. 1952 yılında muhafazakâr milliyetçi görüşleri savunan Papagos’un Başkanlığındaki (iç savaşı bastıran general) “milliyetçi parti” seçimleri kazandı ve 11 yıl iktidarda kaldı.  Papagos’un 1955 yılında ölmesinden sonra Konstantin Karamanlis parti başkanlığını devraldı. Karamanlis 1958 ve 1961 seçimlerini kazandı.  Kurulan güdümlü demokrasi halkın isteklerine cevap vermekten oldukça uzaktı. Konstantin Karamanlis iktidarı 1963 yılında hakkında çıkan yolsuzluk iddialarına daha fazla dayanamayarak istifa ederken, başbakan Karamanlis ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Sonrasında yapılan seçimlerde merkez sağ ve sol partiler hükümeti kurabilecek yeterli oyu alamayınca Komünist Partisiyle Merkez Sol Parti işbirliği yapmak zorunda kalmıştır.  Ne var ki bu koalisyon da uzun ömürlü olamayacaktır. George Papandreou döneminde de devam eden iç karışıklıklar sonucunda ülkede siyasi istikrar tamamen bozulmuştur.

Merkez Sol Parti’nin lideri olan George Papandreou’nun oğlu, Andreas Papandreou  (şimdiki ana muhalefet partisi PASOK’un lideri Yorgo Papandreou’nun babası) Yunanistan silahlı kuvvetlerinin içindeki bir grup solcu subayı örgütleyerek Aspida  ( Kalkan )  Harekâtı adıyla Krala karşı bir darbe girişiminin içine girse de, bu durum ordu istihbaratından sorumlu bir başka grup subay tarafından ortaya çıkartılmıştır.

Daha sonra bu subaylar 21 Nisan 1967’de Albay Papadopoulos liderliğinde yönetime el koyarak Yunanistan siyasal tarihinde 1974 yılına kadar sürecek olan, güç bela demokrasi sınavı veren ülkenin önüne, hiç de parlak olmayan,  yeni bir sayfa açtılar.
Cunta idaresi, Güney Amerika’nın çalkantılı ülkesi Şili’deki Pinochet Rejimi gibi, Türkiye de yaşanan 12 Eylül darbesi gibi ülkedeki finansal sermayenin dışa açılma ihtiyacına yönelik gerçekleşmesi gereken yapısal değişimlerle aynı döneme denk gelmesi bakımından dikkat çekici olup, devrimci mücadelelerin, işçi hareketlerinin açıkça ezilmesini amaçlayan siyasi bir darbedir.  Darbeyi gerçekleştiren zümrenin arkasında halkın desteği değil, Amerikan emperyalizminin desteği olduğu açıktır. Haksız olan darbeyi legalize etme, Yunan Halkının sempatisini kazanıp kamuoyu desteğini arkasına alabilme uğruna cunta idaresi Kıbrıs meselesini eşelemeye başlar. Makaryos’un cüret ettiği kadar adanın tamamını olmasa da bir bölümünün derhal Yunanistan’a bağlanmasını talep etmektedir. Diğer taraftan da ivedilikle savaş için gerekli askeri hazırlıklar başlatılmıştır.

Kıbrıs üzerinden güdülen şahin politikalarla halkın sevgisini kazanmak bir yana 17 Kasım 1973 öğrenci olaylarının gösterdiği gibi cunta rejimi Yunan Halkında sadece nefret uyandırmıştır. Eylemleri günümüze kadar süren, 17 Kasım örgütünün doğuşuna zemin hazırlayan, ordunun siviller üzerindeki tutumundan ve Atina Politeknik Üniversitesindeki olaylar karşısında askerin sert tepkisinden başka bir şey değildir.

Cunta idaresi altında geçen dönem zarfında Avrupa Topluluğu ile Yunanistan arasında yürütülen ilişkiler de ağır yara almıştır. 21 Nisan 1967 tarihinde Yunanistan’daki askeri darbeden sonra Topluluk, Yunanistan ile ilişkilerini büyük ölçüde dondurulmasını kararlaştırmıştır. Bu dondurma kararının Yunanistan’da parlamenter ve demokratik düzenin yeniden işler hale gelmesine kadar sürdürülmesi de ilke olarak benimsenmiştir.  1974 yılına kadar süren cunta idaresi döneminde Yunanistan, Batı ülkeleriyle ilişkilerinde büyük zorluklarla karşılaştı. Yunanistan’ın Avrupa Konseyi üyeliğinden çıkarılması için girişimler yapıldı. Bu girişimlerin sonuç vereceğini anlayan Yunan hükümeti kendiliğinden konsey üyeliğinden çekilmiştir.

Kıbrıs’ta bir darbe düzenleyen Yunan cuntası Makaryos’u devirerek adanın dışına kaçırmaya zorlar. İktidara ünlü terör liderlerinden Nikos Samson getirilir.  Samson’un işbaşına getirilmesiyle adanın Yunanistan ile birleştirilmesinin önü açılmış oldu. Türkiye’nin 1960 anlaşmalarından kaynaklanan haklarını kullanarak 20 Temmuz 1974’te adaya yaptığı çıkartma sonucunda Rum ve Yunan birlikleri yenilgiye uğratılmıştır.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı Cunta idaresinin itibarını iyiden iyiye sarsmış böylelikle Albaylar Cuntası yönetimden elini çekmek zorunda kalmıştır. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in değimiyle Kıbrıs Barış Harekâtı adaya huzur getirmekle kalmamış Yunanistan’ın demokrasiye geçişini de sağlamıştır.

1.6. 1944 – 1974 Döneminde İzlenen Sosyoekonomik Politikalar

1944 – 1974 yılları arasında Yunanistan insan hakları ve sivil örgütlenme açısından son derece olumsuz bir tablo ortaya koymaktadır. Fikir özgürlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Sivil toplum örgütü kurma ve sivil toplum faaliyetlerinde bulunma hakkı sadece antikomünist grupların hakkıdır. Sol görüşlü insanlar adeta fişlenmiştir. Bu ayrımcılık kamusal haklardan faydalandırılmama hatta kamu sektöründe istihdam edilememe şeklinde kendini göstermektedir. Özellikle cunta idaresinde bu ayrımcılık ayyuka çıkmıştır. Batı Trakya Türk Azınlığı Cunta döneminde tarihinin en zor günlerini yaşamıştır. Yani cuntanın tek düşmanı komünistler değildir.  Siyasal bozukluklar adeta ekonominin de bir aynası niteliğindedir. Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde yapılan yardımlar, geçici olarak ülkeye bir nefes aldırsa da yaraları bütünüyle sarmaktan uzak kalmıştır.

Yunanistan ne II. Dünya Savaşı döneminde ne de sonrasında Batı Avrupa devletleri gibi zengin bir ülke değildir. Sanayileşme adına kayda değer gelişmelerden yoksun kalmıştır. II. Dünya Savaşının ve İç Savaşın etkileri hayatın her alanında kendini göstermektedir.

1960’lı yılların ortalarına kadar dünya genelinde yaygın olarak uyulama alanı bulan Keynezyen Politikalar Yunanistan ekonomisinde tam olarak uygulama alanı bulamamıştır.  Keynes, Genel Denge Teorisinde eksik istihdamı, eksik enformasyonu, belirsizlikleri fiyat ve ücretlerin yapışkanlığı gibi konuları ön plana çıkarmaktadır. Oysa o dönemde eksik istihdamı sorun edinecek sermaye birikimi Yunanistan’da henüz tam olarak kendini gösterememektedir.  Yunanistan’ın Keynezyen politikalara yatkın olmayışının diğer nedenleri şu şekilde sıralanabilir:

1.    Keynezyen iktisat modeli işçi sendikalarıyla içli dışlı olmayı öngörmektedir. Oysa söz konusu dönemde iktidarda olan otoriter devlet idaresinin ideolojisi bu tip bir uygulamayla örtüşmemektedir.
2.    Devlet müdahalesi vardır. Hatta fazlasıyla kendini hissettirtmektedir, ancak devlet müdahalesi ekonomik olmaktan çok siyasidir.
3.    Dönemin iktisat politikası belirleyicileri önemli aktörler Alman disiplinine mensup iktisatçılar olarak bilinmektedirler. Bunların içinde merkez bankası başkanı Xenophon Zolotas gibi isimler de yer almaktadır.
Alman ekolu mensubu bu iktisatçılar Keynezyen politikaların, Yunanistan gibi gelişmekte olan bir ülke için pek uygun olmayacağını savunmuşlardır. Bunun yerine kalkınma odaklı parasal istikrar ve denk bütçe hedefleyen ortodoks politikaların bir karışımına daha yakın durulmaktadır. Bu tarz ortodoks politikalarla birçok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi sınaî bir altyapının imarı hedeflenmektedir.

Ancak 1955 – 1963 yılları arasında Konstandinos Karamanlis hükümetinin izlediği iktisadi politikalar birçok Yunanlı iktisatçı tarafından serbest piyasa yanlısı ve Keynezyen iktisat politikalarının bir karışımı olarak kabul edilmektedir.
Sonuç olarak Marshall Planıyla Yunanistan emperyalizmin hegemonyasına girmiş bir ülke konumundadır. İktidara gelen muhafazakâr hükümetler öncelik olarak ekonominin istikrarını değil rejimin istikrarını düşünmüşlerdir. Yatırım harcamalarına değil tüketim harcamalarına daha çok kaynak aktarılmaktadır. Uluslararası arenada Yunanistan’ın yeri belli olmuştur. Komşuları Bulgaristan, Arnavutluk ve o zaman ki adıyla Yugoslavya’dan izole edilerek komünizm tehdidinden kurtarılmıştır. Albaylar cuntasıyla bu durum teyit edilmektedir. Sırada Yunanistan’ı AT’ye entegre etmek vardır. Böylelikle batı dünyasında Yunanistan’ın yeri pekiştirilmiş olacaktır.

Ancak burada altının çizilmesi gereken önemli bir nokta gözden kaçırılmamalıdır. Sözü edilen tüm handikaplara rağmen 1953 – 1973 yılları arasında Yunanistan ekonomisi yıllık ortalama %7 büyüyerek Japonya ekonomisinden sonra dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olarak iktisat literatürüne geçmekte ve “Yunan Mucizesi” olarak anılmaktadır.

Ayrıca II. Dünya Savaşından sonra Yunanistan deniz taşımacılığı konusunda Türkiye’nin yapamadığı çok önemli bir atılımı yapmayı başarmıştır. Uygun fiyatlarla Amerika’dan aldığı gemilerle güçlü bir deniz ticaret filosu kurarak daha o zaman dünya denizcilik sektöründe ön sıralara tırmanmaya başlamıştır.

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ