Türkiye Yunanistan İlişkilerinde Kara Suları İhtilafı

Barış Hasan

1923’te imzalanan Lozan Antlaşması genel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedi olarak bilinir. Ancak, Lozan Antlaşması sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası arenada eşit egemen bir devlet olarak tanınmasını sağlayan bir antlaşma  değil; aynı zamanda dağılan Osmanlı İmparatorluğu’ndan genç Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalan bir çok sorunun da çözüme bağlandığı kendine özgü bir belgedir.

Bu bağlamda Lozan Antlaşması, Musul – Kerkük sorunundan Ermeni meselesine; kapitülasyonların kaldırılmasından azınlıklara; Türk – Yunan ahali mübadelesinden Boğazların statüsü tartışmalarına kadar çok geniş bir yelpazede Türkiye’nin direk ve dolaylı olarak taraf olduğu sorunlara yönelik çözümlerin tanımlandığı  çok taraflı bir akit konumundadır. Ancak, antlaşmanın bu geniş kapsamına rağmen ağırlıklı olarak odaklandığı sorunlar Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlardır. Bunun temel nedeni de, bağımsızlığını Yunan işgaline karşı mücadele ederek kazanmış olan yeni Türkiye’nin devletler sistemi içerisindeki varlığının, komşu Yunanistan ile mevcut ve geniş bir tarihi derinliğe sahip meseleler üzerinden meşruiyete kavuşturulmuş olmasıdır.

Bu çerçeveden bakıldığında Lozan Antlaşması, dönem itibariyle Türkiye ile Yunanistan arasındaki üç temel soruna çözüm sağlayacak şekilde hazırlanmış bir metindir. Bunlardan birincisi, ki o dönem yeni kurulan Türk Ulus Devleti’nin sınırları içinde homojen nüfus yapısının sağlanması açısından elzem olan, Türk – Yunan ahali mübadelesidir. Ahali mübadelesi ile doğrudan ilişkili olan ikinci husus ise azınlıklar meselesi olmuştur. İstanbul’daki Rumlar ve Batı Trakya’daki Türkler her iki ülkenin sınırları içerisinde hukuki statüleri belirlenmiş azınlıklar olarak bırakılmışlardır. Üçüncü ve her iki ülkeye de günümüze kadar uzanacak uzun bir sorunlar mirası bırakan husus ise Ege Denizi ile ilgili tartışma olmuştur. Lozan’da yürütülen uzun müzakerelerden sonra İmroz (Gökçeada), Bozcaada ve küçük Tavşan Adaları dışındaki Kuzey Ege Adaları ve Oniki Ada Yunanistan’a bırakılmış ve o dönem sorun teşkil etmeyen ancak özellikle Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin seyrini etkileyecek olan kara suları meselesi de çözüme bağlanmıştır.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki kara suları sorunlarını tanımlayabilmek için öncelikli olarak kara suları kavramının uluslararası hukuktaki tanımını analiz etmek gerekmektedir. Bir çok devlet arasında sorun teşkil eden bir konu olması sebebiyle, kara suları kavramı uluslararası hukuk normlarının belirlendiği antlaşma ve sözleşmelerde tanımlanırken kavramsal açıdan bir çok zorlukla karşılaşılmıştır. Sorun, Türkiye ile Yunanistan arasında ortaya çıktığında ise daha da karmaşık bir hal almaktadır. Ege Denizi’nin coğrafi yapısından kaynaklanan kendine has özellikleri her iki ülkeyi kara suları sınırlarını belirlerken çatışma ihtimaline kadar sürüklemektedir. Bu sebeple, Türk – Yunan kara suları sorununu anlamaya çalışırken, sorunun tarihi arka planına detaylı olarak bakılmalıdır. Son olarak ise uluslararası hukuktaki mevcut tanımlamalar ışığında hem Türkiye’nin hem de Yunanistan’ın kara suları ile ilgili tezleri derinlemesine analiz edilerek bir ölçüde de olsa haklı tarafın kim olduğunu ortaya çıkarmaya çalışmakta fayda vardır. Ancak bu şekilde kara suları meselesi açık bir şekilde anlaşılır olabilir.

Kara Sularının Tarihi Gelişimi ve Kavramsal Çerçeve

Kara suları kavramının uluslararası hukukta bir sorunsal olarak ortaya çıkışı ve hukuki kodifikasyonu tam olarak II. Dünya Savaşı sonrasına rast gelse de, aslında deniz hukukunun ve kara suları kavramının oluşumu çok daha öncesine gider. İlk olarak 1855 tarihli The Schooner Washington Tahkimi’nde kara suları kavramının kullanıldığı bilinmektedir. Kanada ile ABD arasındaki Fundy Körfezi’nde 10 mil açıkta balık avlarken el konulan bir Kanada gemisi ile ilgili Amerikan mahkemeleri tarafından alınan bu kararda ABD’nin 10 millik bir alanda egemenlik haklarına sahip olduğu vurgulanmış ve bu alan “kara suları” olarak tanımlanmıştır.  Bundan sonra, kıyı devletleri arasındaki sularda egemenlik haklarının çerçevesini çizen “kara suları” kavramı hukuk literatürüne girmiş ancak uluslararası hukukta yasal bir olgu haline gelmesi için bir dizi gelişmenin yaşanması ve sözleşmelerin daha yapılması gerekmiştir.

19. yüzyılın ortalarından itibaren özellikle balıkçılık yapılırken kullanımı ciddi sorun haline gelmeye başlayan Kuzey Denizi ile ilgili yürütülen müzakereler kara suları kavramının ilk kez çok taraflı olarak kabulü ile sonuçlanmıştır. 1882’de İngiltere, Almanya, Belçika, Fransa, Danimarka, Hollanda ve İsveç tarafından imzalanan Kuzey Denizi Balıkçılık Konvansiyonu, Kuzey Denizi’ne kıyısı olan devletlerin bayrağını taşıyan teknelerin ancak 3 mil açığa kadar balıkçılık yapabileceklerini belirlemiş ve buna bağlı olarak imzacı devletlerin kara sularının 3 milden fazla olamayacağı ilkesini hükme bağlamıştır.  Hukuki açıdan bakıldığında bu belge, kara suları kavramının evrenselleşmesindeki ilk adım olarak görülebilir. Çünkü, kara sularının sınırlandırılması konusunda imzalanan ilk çok taraflı sözleşmedir.

Kuzey Denizi Balıkçılık Konvansiyonu’nu müteakiben, özellikle denizlerin münhasır ekonomik alanlarının kullanımı konusunda anlaşmazlıkların ortaya çıkmasıyla kara suları konusunda daha geniş mutabakatlı tanımlamalara ihtiyaç duyulduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda 19. yüzyıldaki en önemli adım Süveyş Kanalı’nın kullanımı ile ilgili yaşanan anlaşmazlıklar sonucu İstanbul’da imzalanan konvansiyondur. Bu belge, kara suları kavramının siyasi anlamda evrensel bir boyut kazanmasında dönüm noktası olarak nitelendirilebilir. Keza, 1888 İstanbul Konvansiyonu’na imza koyan devletler arasında Osmanlı Devleti’nin de bulunması sebebiyle, Türkiye’nin kara suları konusunda ilk kez hukuki bir tanımaya imza koyması açısından da önem arz etmektedir.  Bu konvansiyon ile Süveyş Kanalı’nın statüsü belirlenmiş, bunun yanında bütün devletlerin kara sularının 3 mil olması gerektiği açık bir şekilde hükme bağlanmış olup, 3 milden sonraki deniz alanları da açık deniz olarak tanımlanmıştır. Bundan sonra, 1893’teki Bering Tahkimi ile Rusya ve ABD arasında Bering Boğazı bölgesindeki kara suları 3 mil olarak belirlenmiş; Milletlerarası Hukuk Cemiyeti tarafından yapılan kodifikasyon çalışmaları neticesinde 1894’te kara sularının 6 mile çıkarılması önerilmiştir.  Bu noktada, 6 mil önerisinin dönemin şartları göz önüne alındığında henüz erken bir öneri olduğu açıktır ancak, 19. yüzyıl sonu itibariyle 3 millik egemenlik alanı kavramının hukuki bir norm haline geldiği aşikardır.

Uluslararası hukukun yasalaştırılması anlamında ilk meşru antlaşma olarak kabul edilen 1907 tarihli İkinci Lahey Konferansı Sözleşmesinde  kıyı devletlerinin savaş hallerinde yabancı gemilere hangi şartlar altında el koyabileceğine ilişkin bazı kurallar belirlenmektedir. Açık bir kara suları tanımlaması yapılmasa da deniz muharebelerinde zapt hakkını belirleyen sözleşmenin üçüncü maddesinde kıyı devletine kendi sahiline yakın bölgelerde seyreden düşman ülke gemilerini kontrol ve düşmanlığa katıldıkları takdirde de zapt hakkı tanınmaktadır. Nitekim, Türkiye’yi ilgilendirmesi bakımından, 1911 – 1912 Trablusgarp Savaşı esnasında Osmanlı Devleti ve İtalya arasında Akdeniz’de bazı ticari gemilere el koymalar yaşanmış, her iki devlet de 1907 Lahey Sözleşmelerini referans göstererek sahillerine yakın bölgelerde seyreden ve düşmanlık sergileyen gemilere el koyma haklarının olduğunu iddia etmişlerdir.

Bu aşamada, bu ilkel tanımlama ve örneklerin henüz kavramsal bir kara suları tanımı oluşturduğunu söylemek zordur. Çünkü, denizlerdeki egemenlik haklarını tanımlayan bu anlaşmalarda daha çok bölgesel yada iki devlet arasında kalan alanların statüsünün belirlenmesi söz konusudur. Bu açıdan, henüz evrensel bir norm olarak da kara sularından bahsetmek doğru değildir. Ancak bu gelişmeler, devletlerin denizlerdeki egemenlik haklarını ve bu haklarını sahillerine yakın bölgelerde, genel olarak 3 mil sınırı içinde, ne şekilde kullanacaklarını tespit etmesi bakımından “kara suları” kavramının uluslararası hukuktaki ilk ortaya çıkışı olarak kabul edilmelidir.

Bundan sonra, II. Dünya Savaşı sonrası döneme kadar geçen süre içinde kıyı devletlerinin daha çok ikili anlaşmalarla denizlerdeki egemenlik haklarını belirledikleri gözlenmektedir. Kara suları kavramı, bu erken dönemde henüz evrensel bir norm olarak kabul edilmese de bir çok devletin yaptıkları ikili sözleşmelerde, mesafe de telaffuz ederek, kıyılardaki hareket alanlarını belirledikleri görülür. Bu açıdan, Lozan Antlaşması’nda kabul edilen Türkiye ile Yunanistan arasındaki 3 millik kara suları sınırı önemli bir örnek teşkil etmektedir. O dönemde, herhangi bir sorun teşkil etmeyen bu sınırlama, daha II. Dünya Savaşı başlamadan denizlerin ticari ve askeri anlamda kullanımının öneminin anlaşılmasıyla birlikte uzun vadede karmaşık ve derin bir soruna dönüşecektir. Buna rağmen, iki savaş arası dönemde kara suları ile ilgili sorunlar üye devletler tarafından sık sık Milletler Cemiyeti gündemine getirilmiştir. Bu dönemde, uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan liberal yaklaşımlar; sorunların savaşla değil, barış ve diplomasi yoluyla çözümü anlayışı sonucunda deniz sorunları ile ilgili ilk konferans 1930’da Lahey’de yapılmıştır. 1930 Lahey Konferansı’nda kara sularında ulaşım serbestliği, kıyı devletinin hakları, esas çizgi, zararsız geçiş  ve bitişik bölge konularında genel bir anlaşma sağlanmış ancak kara sularının genişliği konusunda herhangi bir görüş birliğine varılamamıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ilk olarak Truman Doktrini ile gündeme gelen kara suları meselesi bu dönemde kıta sahanlığı ile birlikte ele alınarak dar bir mesafe anlamından çıkarılmış ve kıyı devletine deniz yatağında da haklar sağlayan çok daha geniş bir kavram olarak 1950’lerde uluslararası hukukta yerleşmeye başlamıştır.

Kara suları ve kıta sahanlığı ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı Soğuk Savaş’ın ilk döneminde 1958’te Cenevre’de toplanan Birleşmiş Milletler I. Deniz Hukuku Konferansı’nda ülkelerin farklı mesafelerde kara suyu genişliği önermeleri sebebiyle anlaşma sağlanamamıştır.  1960’ta toplanan II. Deniz Hukuku Konferansı’nda da kesin bir genişlik üzerinde uzlaşma sağlanamamıştır. Bunun temel sebebi, bazı ülkelerin 12 millik kara suları sınırları oluşturma çabalarına karşın, özellikle kapalı ve yarı kapalı denizlere kıyısı olan ülkelerin egemenlik haklarının sınırlanacağı gerekçesiyle 12 mil uygulamasına karşı çıkması olmuştur.

Soğuk Savaş’ın son dönemine kadar kara suları genişliği konusunda evrensel anlamda kesin bir anlaşma sağlanamamıştır. Ancak, devletlerin ikili anlaşmalarla 6 mil ve 12 millik kara suları sınırı uygulamalarına gittikleri görülmektedir. Hatta, özellikle okyanusa kıyı devletlerin 200 mil kara suları sınırı belirledikleri görülmektedir.

Gerek 1958 ve 1960 konferanslarında kara suları sınırı üzerinde anlaşma sağlanamamış olması; gerekse de Soğuk Savaş döneminde devletlerin çok farklı mesafelerde kara suları sınırı uygulamalarına gitmesi bir takım sorunları beraberinde getirmiştir. Örneğin, 6 millik kara suları sınırı uygulayan bir devletin denizlerdeki egemenlik haklarının, 12 mil ve 200 mil kara suları sınırı uygulayan devletlere oranla daha kısıtlı olması Birleşmiş Milletler nezdinde girişimlerin artmasına sebep olmuştur. Bunun sonucunda, 1974’te Venezuela’nın başkenti Karakas’ta toplanan III. Deniz Hukuku Konferansı 1982’de Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin imzalanması ile sonuçlanmıştır. Türkiye gibi bazı devletler bu sözleşmeye imza koymasa da bugün geçerli olan deniz hukuku ile ilgili normlar ve kara sularının kavramsal çerçevesi bu sözleşme ile daha net olarak belirlenmiştir.

10 Aralık 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin Kara Sularının Sınırları başlıklı ikinci kısmının üçüncü maddesinde yer alan “her devlet kara sularının genişliğini bu sözleşmeye uygun olarak saptanan esas hatlardan itibaren ölçülen, 12 deniz milini aşmayacak bir sınıra kadar tespit etme hakkına haizdir” hükmü ile ilk kez kara suları sınırının genişliği ile ilgili evrensel bir ölçüt belirlenmiş olmaktadır. Aynı zamanda kara sularının kavramsal çerçevesi çizilmekte ve kara sularının nasıl belirleneceği hükme bağlanmaktadır.  Buna göre, kara sularının sınırları iç, dış ve yan sınır olmak üzere üç şekilde belirlenmektedir. Çok girintili çıkıntılı olmayan kıyılarda temel iç sınır çizgisi denizin en düşük git (cezir) çizgisidir. Girintili çıkıntılı kıyılarda ise düz hatlar çizilerek iç sınır oluşturulur. Kara sularının dış sınırı, her noktası iç sınırın en yakın noktasına, kara suları genişliğine eşit uzaklıkta olan çizgidir. İki kıyı arasında kalan sularda ise orta çizgi yöntemi uygulanır. Kara sularının yan sınırı (komşu iki devletin kara suları arasındaki sınır), kara sınırının kıyıyla kesiştiği noktadan başlayarak iç sınırın her iki devlete de en yakın noktalarına eşit uzaklıkta bir çizgidir. Kara suları devlet ülkesinin bir parçası olarak kabul edildiğinden kıyı devleti bu sularda kesin egemenliğe sahiptir.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki kara suları sorununun temeli Lozan Antlaşması’na kadar uzansa da, 1980’lerin başına kadar iki ülke arasında derin bir sorun olmaktan uzak kalmıştır. 1982’deki Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ile 12 mile kadar kara suları sınırı belirleme hakkının devletlere verilmiş olması, Ege’de egemenlik haklarını genişletmek isteyen Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarmak istemesi sonucunu doğurmuştur. Bu bağlamda, Türkiye için savaş nedeni (casus belli) sayılabilecek nitelikte bir kara suları sorununun ortaya çıkışı 1980’lere rastlamaktadır. Sorunun bugün gelmiş olduğu noktayı anlayabilmek için kısaca tarihi gelişimini incelemek ve Ege Denizi’ndeki egemenlik alanlarının paylaşımı konusunda yaşanan rekabetin kara suları sorunu üzerinden yürütülerek bugün hangi noktaya geldiğini anlamaya çalışmak gerekmektedir.

Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Kara Suları Sorununun Tarihi Arka Planı

Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir ulus devlet olarak uluslararası sistem içerisindeki yerini aldığı 1923’te kara suları ile ilgili evrensel bir tanım ve sınırlama yoktu. Bu nedenle, Türkiye ile Yunanistan arasındaki kara suları sınırı Lozan Antlaşması’nın 12. maddesinde kısa bir tanımlama ile 3 mil olarak belirlenmiştir.  Bu dönemde her iki ülke tarafından da denizlerin münhasır ekonomik alanlarının kullanılması söz konusu olmadığından; denizlerdeki egemenlik alanları genel olarak askeri ve ticari gemilerin serbest hareketi olarak anlaşıldığından ve özellikle uzun savaşlar sonucu her iki ülkenin de yeni bir çatışmadan uzak durma anlayışına sahip olmasından dolayı Ege’deki egemenlik alanı tartışması çok uzamamış; kara suları sınırının 3 mil olması yönünde mutabakat sağlanmıştır.

Yunanistan’da faşist Metaksas diktatörlüğünün iktidarı ele geçirmesinden sonra gerek artan Yunan milliyetçiliği ve yeniden canlandırılmaya çalışılan “Megali İdea”  fikri, gerekse de Türkiye aleyhine genişleme çabalarının sonucu olarak 17 Eylül 1936 tarih ve 230 sayılı Yunan Bakanlar Kurulu kararı ile Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki kara sularının 6 mile çıkarıldığı ilan edilmiştir.  Bu, Türkiye tarafından tanınmayan tek taraflı bir karardır. Ancak, o dönemde Atatürk – Venizelos yakınlaşmasının ortaya çıkardığı ikili ilişkilerdeki dostluk havası; Türkiye’nin Balkan Antantı ile Balkanlarda barış ve istikrara öncülük etme çabaları ve faşist İtalya’nın Akdeniz’de yayılmacı emellerle bir tehdit unsuru haline gelmesi, Yunanistan ile ittifaka önem addeden Türkiye’nin bu gelişmeye pek fazla ses çıkarmamasına neden olmuştur.

Türkiye, uzun süre Ege Denizi’ndeki kara suları genişliğinin 6 mile 3 mil olması durumuna sessiz kalmıştır. II. Dünya Savaşı’nın tehlikesi; işgal altındaki Yunanistan’ın zaten Ege’de bir hak iddia edecek durumda olmaması; savaş sonrası ortaya çıkan komünizm tehdidi ile Batı İttifakı içerisinde yer alma çabalarının sonucu olarak Yunanistan’la 1950’lerde de devam eden yakın ikili ilişkiler bu durumu yaratan başlıca sebeplerdir. Ancak, 1950’lerin sonunda ortaya çıkmaya başlayan Kıbrıs bunalımı her alanda olduğu gibi Ege’de de Türkiye ve Yunanistan’ı karşı karşıya getirmiştir. Kıbrıs nedeniyle gerilen ilişkilerdeki dostluk havası dağılmış ve Türkiye 1964’te çıkardığı Kara Suları Kanunu ile Ege Denizi’ndeki kara suları sınırını 6 mil olarak belirlemiştir. Daha sonra, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin tanıdığı hakla Yunanistan Ege’deki kara sularını 12 mile çıkarma girişiminde bulunmuş ancak Türkiye bu durumu savaş nedeni (casus belli) sayacağını açıklayınca bu girişimden vazgeçmiştir. Bu 12 mil iddiası bugünkü sorunların temelini oluşturmakla birlikte, an itibariyle her iki ülkenin de resmi kara suları sınırı 6 mildir. Buna bağlı olarak, Ege Denizi’nin %7.47’si Türk kara suları, %43.68’i Yunan kara sularıdır; %48.85’i ise açık denizdir.

Yunanistan’ın Kara Suları ile İlgili Tezleri

Yunanistan bugün, Ege Denizi’ndeki kara suları sınırını resmiyette 6 mil olarak kabul etmektedir. Ancak, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde devletlere kara sularını 12 mile çıkarma hakkı verilince 1930’larda yeniden uyanan Megali İdea fikri, 1980’lerde artan Türkiye aleyhtarlığı ile birleşince Yunanistan’ın Ege’deki genişleme arzuları tetiklenmiş oldu.  Bu genişleme isteklerine hukuksal bir dayanak da oluşunca Yunanistan kara sularını 12 mile çıkarma girişiminde bulundu. Ancak, Türkiye bu durumu savaş sebebi sayınca 1980’lerde iki NATO müttefiki arasında ciddi çatışma ihtimalleri ortaya çıktı ve özellikle ABD’nin girişimleriyle Yunanistan 12 mil çabalarından vazgeçirildi.

Fakat buna rağmen, Yunanistan Ege’deki 12 mil hakkından hiçbir zaman vazgeçmemiş ve bunu hukuki gerekçelendirmelerle her zaman sıcak tutmaya çalışmıştır. Aslında, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi evrensel anlamda kara suları sınırlarını belirleyen tek sözleşme olarak kabul edilirse, imzacı devlet olarak Yunanistan’ın kara sularını 12 mile genişletme hakkının olduğunu söylemek gerekir. Ayrıca, yine bu sözleşme ile 12 mil kara sularının genişliğini saptamak kıyı devletinin egemenlik yetkisine bırakılmaktadır. Bu gerekçelerle Yunanistan 12 mil hakkını her daim saklı tutmaktadır.

Yunanistan, Ege’deki adaları da anakaranın bir parçası olarak görmekte ve bu sebeple 12 mil olmasa bile 6 millik kara suları hesaplamasında dahi Anadolu anakarasına en yakın Yunan adasının baz alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu teze gerekçe olarak da, anakara topraklarının adalar ile birlikte Yunanistan’ın ülkesel bütünlüğünü oluşturduğu ve adalar ile anakara arasında başka bir ülkenin (bu durumda Türkiye) kara sularının bulunmasının hukuka aykırılığını göstermektedir.

Bu iki temel nokta üzerinden tezlerini şekillendiren Yunanistan, Türkiye’nin itirazlarını da haksız çıkarmak amacıyla Yunan egemenlik alanlarının genişlemesinden Türkiye’nin zarar görmeyeceği iddiasındadır. Türkiye’nin her zaman “zararsız geçiş” hakkına sahip olduğunu ileri sürerek, Türk ticaret ve savaş gemilerinin Ege’den geçişinin sınırlandırılmayacağı yönünde Türkiye ve Dünya kamuoyunu inandırma çabalarına girmektedir.  Ayrıca, Yunan tezinde Türkiye’nin Ege’de hakkaniyet ölçülerinde bir egemenlik paylaşımına gidilmesi yönündeki görüşü eleştirilmekte; hakkaniyet arayışının söz konusu olması durumunda, öncelikli olarak Ege Denizi’ndeki adalarda yaşayan nüfusun tamamının Yunan olduğu ve bu nüfusun Yunanistan’ın toplam nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturduğu gerçeğinin göz önünde bulundurulması gerektiği ileri sürülmektedir.

Özetle, Yunanistan’ın Ege’deki kara suları ile ilgili tezleri üç ana başlık altında toplanabilir. Birincisi kara suları genişliğini 12 mile çıkarma hakkının olduğu yönündeki iddiadır. Bu görüş temel olarak 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne dayandırılmaktadır. İkincisi, kara suları sınırı 6 mil olsa dahi Yunanistan anakarasından bağımsız olarak Ege’deki adaların da kara suları sınırı olduğu yönündeki iddiadır. Bu iddiaya göre, Ege Denizi yarı kapalı deniz konumunda olduğundan dolayı adalar ve anakara bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Türkiye’nin 6 millik kara suları adalar ile Yunan anakarasının arasına girdiğinden dolayı bu durum hukuka aykırılık teşkil etmektedir. Dolayısıyla, Yunan kara suları hesaplanırken Anadolu anakarasına en yakın Yunan adasından başlayarak Yunanistan’ın kara suları hesaplanmalıdır. Son olarak da, Yunan kara sularının 12 mile çıkarılmasının Türkiye’nin haklarına bir zarar getirmeyeceği iddiasıdır ki, uluslararası hukuka göre her zaman zararsız geçiş hakkı olduğundan dolayı Türkiye’nin egemenlik haklarından herhangi bir şey kaybetmeyeceği ileri sürülmektedir.

Türkiye’nin Kara Suları ile İlgili Tezleri

Türkiye’nin Ege’deki kara suları sorunu ile ilgili tezleri, kendi kara suları genişliği ile ilgili değil, daha çok Yunanistan’ın iddialarına karşı geliştirilen anti-tezler niteliğindedir. Yunanistan’ın 12 mil iddiasıyla ortaya çıkan “savaş nedeni” durumu Türkiye’yi, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni dayanak alan Yunan iddialarını çürütme çabalarına sürüklemiştir. Bu sebeple öncelikli olarak, Türkiye’nin kara sularını 6 milden daha fazlaya çıkarma gibi bir girişiminin hiçbir zaman olmadığını; aksine her iki ülkenin de 6 mil kara suları sınırına sahip olarak Ege’deki mevcut statükonun korunmasından yana tavır aldığını vurgulamak gerekir.

İlk olarak Türkiye, Yunan tezlerinde öne sürüldüğü üzere 12 mil hakkının genel olarak kabul edilen bir hukuk kuralı oluşturmadığını iddia etmektedir. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne ilişkin olarak Türkiye, 24 Şubat 1983 tarihli itirazında kara suları genişliğinin 12 mil olarak belirlenmesinin herhangi bir uluslararası teamül hukuku kuralına dayanmadığını öne sürerek 12 mil sınırının dayanaksız olduğunu belirtmiştir.   Ayrıca Türkiye, devletlerin 3 milden 200 mile değişen genişliklerde çok farklı kara suları sınırı uygulamalarına sahip olduğunu belirterek sadece 12 mil sınırının bir uluslararası hukuk kuralı olarak uygulanmasının mantıksızlığına dikkat çekmektedir.

İkinci ve Türkiye’nin üzerinde  önemle durduğu tez ise, 12 mil kuralı bir uluslararası hukuk teamülü haline gelse dahi, Türkiye bu kuralı hiçbir zaman benimsememiş olduğundan ve Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamadığından dolayı, bu kuralın Türkiye’ye karşı ileri sürülemeyeceği yönündedir. Bu kapsamda Türkiye, en başından beri Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi müzakerelerinde 12 mil kuralına sürekli itiraz etmiştir. Bu durumda Türkiye, herhangi bir uluslararası hukuk teamülünün oluşumunda bir devletin sürekli karşı tavır alması ve ilgili antlaşmayı imzalamaması durumunda  o kuralın o devlet için bir bağlayıcılığı bulunmadığı ilkesini öne sürerek Yunanistan’ın 12 mil hakkını tanımamaktadır. Örnek olarak, İngiltere ile Norveç arasındaki balıkçılık bölgeleri anlaşmazlığında Norveç lehine olan 18 Aralık 1951 tarihli Uluslararası Adalet Divanı kararında  şu gerekçe öne sürülmektedir: “10 millik kara suları kuralına Norveç Hükümeti en başından beri karşı olduğundan dolayı, 10 millik kara suları kuralı İngiltere tarafından Norveç’e karşı uygulanamaz”.  Buradan hareketle Türkiye, 12 mil kuralına en başından beri karşı olduğu için ve sözleşmeye taraf olmadığından dolayı 12 mil kuralının kendisine karşı uygulanması konusunda hiçbir devlete hak olarak tanınamayacağını ileri sürmektedir.

Türkiye’nin üçüncü anti-tezi ise BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 300. maddesine dayanmaktadır. Bu maddede, 12 mil hakkının karşı kıyı devletinin egemenlik alanlarını suistimal etmek amacıyla kullanılamayacağı açıkça hükme bağlanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye, Ege Denizi’nin coğrafi özelliklerinin göz önünde bulundurulması gerektiğini; Ege Denizi’nin yarı kapalı konumda bir deniz olmasından dolayı söz konusu sözleşmenin 300. maddesine istinaden bir devletin kara suları sınırı saptanırken karşı kıyı devletinin açık denizle bağlantısını engellemeyecek biçimde belirlenmesinin gerektiğini; aksi halde suistimal oluşacağını ve sözleşmenin 300. maddesinin ihlal edileceğini savunmaktadır.  Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin iddiasına göre, Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarması, Türkiye’nin Ege’de açık denizle bütün bağlantısını kesmekte ve Yunanistan’ın bizzat taraf olduğu BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni ihlal ettiği anlamına gelmektedir.

Sonuç olarak Türkiye’nin, Yunanistan’ın 12 mil iddiasına karşı anti-tezleri de üç ana başlık altında toplanmaktadır. 12 milin genel olarak kabul edilen bir teamül olmadığı iddiası, Türkiye’nin en başından bu yana 12 mil kuralına kararlı ve istikrarlı bir şekilde karşı çıkmasına dayanmaktadır. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamamış olması ve bu sözleşmeye taraf olmadığından dolayı 12 mil konusunda kendisini bağlayıcı bir durumun söz konusu olamayacağı iddiası da uluslararası hukukun bağlayıcılığı ile ilgili genel boşluktan kaynaklanan bir tutum olarak ortaya çıkmaktadır. Son olarak, sözleşmenin 300. maddesinin dayanak gösterildiği 12 mil kuralının karşı kıyı devlet aleyhine suistimal olarak kullanılamayacağı iddiası ise genel bir hakkaniyet ölçüsü çerçevesinde bir itiraz olarak geliştirilmiştir.

Türkiye’nin Tezleri Üzerine Bir Değerlendirme

Türkiye’nin ilk olarak öne sürdüğü 12 mil kuralının bir uluslararası hukuk teamülü olamayacağı iddiası bir takım dayanakları olan geçerli bir iddiadır. Her ne kadar Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi 12 mili devletlere bir hak olarak tanısa bile bunun Ege Denizi gibi yarı kapalı ve özel konumdaki bir deniz alanı söz konusu olduğunda bir uluslararası hukuk teamülü olarak kabul edilmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü, hem farklı uygulamalara giden devletler mevcut olduğu gibi,  hem de bir uluslararası hukuk kuralı oluşturulurken bunun asgari ölçekte bir takım teamüllere dayanması gerekmektedir. Dolayısıyla, uluslararası hukukun temellerinden birini oluşturan teamüllere dayanmayan kurallar, genel kural haline getirilmeye çalışılsa dahi bu kurala taraf olmayan bir devlet açısından bağlayıcılığı yoktur. 12 mil kuralı da herhangi bir teamüle dayanmadığından dolayı, uluslararası hukukun bir devlete kara sularını 12 mile çıkarma hakkı vermiş olması diğer devletlerce açık bir şekilde tanınsa dahi bu kuralın geçerli olduğuna dair bir koşul olarak görülemez.

12 mil bir genel kural haline gelse bile Türkiye’ye karşı öne sürülemeyeceği tezi de bir takım geçerli ve meşru nedenlere dayanmaktadır. Öncelikli olarak, eğer bir teamül kuralına karşı, bağlayıcı nitelik kazanmasından önce sürekli bir biçimde getirilen bir itiraz var ise bu kural, ona sürekli olarak karşı çıkmış ve onu tanımamış bir devleti bağlamaz. Böyle bir durumda, 12 mil bir teamül haline gelse dahi Türkiye bu kuralın bağlayıcılık alanının dışında kalır. Çünkü Türkiye, BM Deniz Hukuku Sözleşmesine ilişkin müzakerelerin başladığı 1974 Karakas Konferansı’ndan başlayarak bugüne kadar 12 mil kuralına sürekli ve istikrarlı bir şekilde karşı çıkmış ve çıkmaktadır. Ayrıca, bu duruma ilişkin uluslararası hukuk kararları da mevcuttur. Yukarıda zikredilen İngiltere-Norveç örneğine benzer 1974’teki bir başka davada Uluslararası Adalet Divanı, İzlanda 12 mil kuralına sürekli itiraz ettiğinden ve en başından bu yana kabul etmediğinden dolayı bu kuralın İngiltere tarafından İzlanda’ya karşı uygulanamayacağına hükmetmiş, İzlanda’nın aleyhine kara sularını 12 mile çıkarmak isteyen İngiltere’yi haksız bulmuştur.  Bu durumda, en başından bu yana 12 mil kuralının teamül haline gelmesine karşı çıkan ve sözleşmeyi imzalamayan Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarma hakkının bulunduğu söylenemez.

Son olarak, 12 mil kuralı ile ilgili Yunan tezlerinde bir suistimal, uluslararası hukuk kuralının başka bir devlet aleyhine kötüye kullanılması söz konusudur. BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 300. maddesine göre devletler sözleşme hükümleri uyarınca üstlendikleri yükümlülükleri iyi niyetle yerine getirmeli ve sözleşmede tanınan hakları, yetkileri ve serbestileri hakkın kötüye kullanılmasını oluşturmayacak biçimde kullanmalıdırlar. Ancak, kara sularını 12 mile çıkarma isteği, 12 mil kuralının adalara da uygulanması ile ilişkili olduğundan dolayı Yunanistan’ın Ege’yi tam bir kapalı deniz haline getirme amacını güttüğü açıktır. Yunanistan kara sularını 12 mile çıkardığı takdirde, Ege’nin %70’i Yunan kara sularından oluşacaktır.  Bu durumda Türkiye’nin açık denizle bağlantısı tamamen kesilmektedir. Dolayısıyla burada çok açık bir şekilde BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 300. maddesinde belirtilen suistimal ve kötüye kullanma söz konusudur. Bir uluslararası hukuk kuralının uygulanmasında bir başka devlet aleyhine suistimal ve kötüye kullanma var ise, o kural geçerli bir kural olmaktan çıkmaktadır. Bu ilkeden hareketle, Yunanistan’ın 12 mil hakkına sahip olduğunu söylemek mümkün değildir.

Sonuç

Tarihi süreç içerisinde birbirini izleyen bir çok önemli olayın sonucu olarak şekillenen uluslararası hukuk kuralları bir çok uluslararası sorunun çözümüne kaynaklık etmekle birlikte, bir o kadar sorunu da çözümsüz bırakmaktadır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki kara suları sorunu bunlardan biridir. Uzun yıllar herhangi bir sorun teşkil etmeyen bu husus, uluslararası hukukta devletlerin bir alan üzerindeki egemenlik haklarını genişletici kararların alınmasıyla bir anda sorun olarak ortaya çıkmıştır. Kimi zaman bir bölgede barışın ve istikrarın korunmasına yardımcı olmak için oluşturulan uluslararası hukuk normları, 12 mil örneğinde olduğu gibi Türkiye ve Yunanistan arasında çatışmayı tetikleyici bir özellik kazanmıştır. Hiç kuşkusuz, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku kurallarını hazırlayanlar Türkiye ve Yunanistan özelinde düşünmemişler; evrensel bir bakış açısı yakalamaya çalışmışlardır. Ancak, Dünya’nın her bölgesinin aynı özellikleri taşıdığını var sayarak hataya düşmüşler ve Ege Denizi’nde Yunanistan’ın kazandığı, Türkiye’nin ise kaybettiği bir hukuki statü yaratmışlardır. Türkiye’nin buna itiraz etmesi kadar doğal bir yaklaşım olamaz.

12 mil yönündeki Yunan tezinin geçerlilik kazanması durumunda Ege Denizi’nin %70’i Yunan kara suları haline gelecektir. Bu durumda, Türkiye sadece stratejik bir kuşatılma ile karşı karşıya kalmayacak aynı zamanda iktisadi faaliyetleri de doğrudan doğruya olumsuz etkilenecektir. Türkiye’nin dış ticaretinin %88’inin deniz yolu ile yapıldığı ve bu ticaretin %65’inin de Ege Denizi’nden geçtiği göz önüne alındığında  12 mil şeklindeki Yunan tezi tam anlamıyla Türkiye’yi stratejik ve iktisadi olarak hapsetme politikasının bir ürünüdür. Bu da kati suretle bir kötü niyet göstergesi olup uluslararası hukukun en temel ilkesi “iyi niyet” ile kesinlikle bağdaşmamaktadır.

Bu şekilde hakkaniyetsiz bir egemenlik paylaşımının kabul edilemez bir durum olduğu da açıktır. Zira 12 mil tezi Türkiye ile Yunanistan arasında 1923’te Lozan Antlaşması ile oluşturulan ve bölgesel bir hukuki statü niteliğini taşıyan dengeyi de bozmak anlamına gelmektedir. Diğer bir deyişle, 12 mil kuralı Ege’de her iki ülke arasında özgür irade ve gerek ikili, gerekse de çok taraflı antlaşmalarla oluşturulan hukukun ortadan kaldırılması anlamını taşımaktadır.  Bu da bölgede barış ve huzurun değil çatışmanın önünü açabilecek derecede riskli bir durum yaratmaktadır. Bu sebeple, her iki ülkenin de 6 mil kara sularına sahip olduğu mevcut statükonun korunması, aynı zamanda Ege’de barış ve istikrarın korunması anlamına geleceğinden dolayı, bir zaruret olarak ortaya çıkmaktadır.

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ