Türk’ün Yunan ile imtihanı
Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri, AB üyeliği için “azınlıkların dini, kültürel ve sosyal haklarını teminat altına almak” adı altında, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması ve Ayasofya’nın müze-kilise haline getirilmesini sık sık gündeme getiriyor. Ancak, 1 Ocak 1981’den beri AB üyesi ve pek çok uluslararası insan hakları sözleşmesine taraf olan Yunanistan, topraklarında yaşayan azınlıklara yönelik asimilasyon ve baskı politikalarını sürdürmekte ve çok sayıda insan hakları ihlalini gerçekleştirmektedir. Batı Trakya’da yaşayan en büyük azınlık olan Müslüman Türklerin hakları, İstanbul Antlaşması, Atina Antlaşması, Sevr Anlaşması (Yunan Sevr’i) ve Lozan Antlaşması ile güvence altına alınmış olmasına rağmen, Yunanistan yönetimi, hak ve hürriyetlerin sağlanması konusunda üzerine düşeni yapmaktan imtina etmektedir. Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı, eğitim yetersizliği, Türk kimliğinin ve kültürünün inkârı, sosyal ve dini hayata yönelik (müftülük seçimi vb.) baskıların yanında; ekonomik kısıtlamalar, gayrimenkul alımının yasaklanması, tapuların tanınmaması ve vakıf mallarının kamulaştırılması gibi birçok insan hakkı ihlaline maruz bırakılmaktadır.
Toprak ve nüfus dengesini kendi lehine değiştirmeyi amaçlayan yunan yönetimi, sürekli olarak bölgeye Rum nüfusunu yerleştirmekte ve uzun vadeli kredilerle Rumları toprakları almaya özendirmektedir. Yunan bankaları da, Müslüman azınlıktan toprak satın alan Hıristiyan vatandaşlarına geniş kredi imkânı sunmaktadır. Yunanistan Merkez Bankası ile Yunan Ziraat Bankası arasında 22 Kasım 1966 tarihinde imzalanan protokol halen yürürlüktedir. Bu protokole göre Müslüman arazisini satın alan Hıristiyan bir Yunan vatandaşı, arazi için ödediği miktarın tamamını ve vergi ve zorunlu giderleri için, ödemesi iki yıl sonra başlamak kaydıyla, 20 yılda geri ödemeli kredi alabilmektedir.
Batı Trakya Türklerinin sahip olduğu toprakların sürekli azalmasına sebep olan bir diğer sebep kamulaştırmadır. Müslüman Türk Azınlık, sahip olduğu gayrimenkullerin neredeyse yarısını bu kamulaştırma sebebiyle kaybetmiştir. Mesela, Mayıs 1978’de Gümülcine’nin Yahyabeyli, Ambarköy, Kafkasköy ve Vakıf köylerinde 4 bin dönüm ekili alan sanayi sitesi yapımı için, 1980 yılında Gümülcine’nin kuzeybatısındaki Yaka bölgesinde 3 bin dönüm tarla Trakya Dimokritos Üniversitesi için, 4 bin 300 dönüm alan ise askeri bölge için kamulaştırıldı. Aynı şekilde, Şapcı (Sappes) bölgesinde “Açıkhava cezaevi” yapma gerekçesiyle, Temmuz 1984 tarihinde 13 bin dönüm arazinin kamulaştırılması kararı alınmıştır. Ancak bölgede yaşayan Türklerin gerçekleştirdiği eylemler neticesinde kamulaştırma durdurulmuştur.
Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı’nın yoğun tepkisine sebep olan uygulamalardan bir diğeri ise, vakıf mülklerinin kamulaştırılmasıdır. Özellikle 1967-1974 döneminde Yunanistan’da iktidarı elinde bulunduran Albaylar Cuntası döneminde azınlığa ait vakıf mülklerinin kamulaştırma ya da yıkılmasına yönelik eylemlerde büyük artış olmuştur. Bütün itirazlara rağmen Aralık 1972’de yıkılan Tabakhane Camii bu durumun en acı örneklerindendir. İskeçe’deki Hürriyet Camii’ne bombalı saldırıda bulunulmasının ardından ülkedeki azınlıkları hedef gösteren aşırı milliyetçi Stohos (Hedef) gazetesi, devletin, azınlık ve Osmanlı eserleri karşısında takınması gereken tutumun şöyle olması gerektiğini yazdı: “Yunan Devleti, Batı Trakya’da yaşayan azınlığın evlerini, mağazalarını, ibadethanelerini zaman geçirmeden kamulaştırarak bölgedeki Türk unsurunu temelinden yıkmalıdır. Azınlık, başka bölgelere dağıtılarak eritilmeli, mal varlıkları kamulaştırılmalı ve camileri yıkılıp yerlerine umumi tuvaletler yapılmalıdır.”
Yunanistan’ın tavrı
Yunan makamlarının, 1933’te kabul edilen imar planını ve “yol geçecek” bahanesiyle alınan yıkım kararı neticesinde; 1952 yılında açılan Celal Bayar Lisesi’nin yurdu ve yemekhanesi de, Gümülcine Belediyesi’ne ait dozerler tarafından 2008 yılında yerle bir edildi. Gümülcine’deki Ircan (Arisvi) köyünde bulunan 360 yıllık Osmanlı Köprüsü’nün adı, 11 Eylül 2008 tarihinde, “Roma Köprüsü” olarak değiştirildi. Oysa köprünün kitabesinde iç savaş sırasında bombalanan köprünün suya düşen ve köylüler tarafından bulunarak köy camisinin minare içine betonla yerleştirilen kitabesinde, köprünün Mimar Hacı Kasım Ağa tarafından 1649 yılında yaptırıldığı açıkça belirtiliyor.
İnsani Yardım Vakfı’nın düzenlediği Balkan Sempozyumu için Türkiye’ye gelen Bulgaristan Başmüftüsü Mustafa Aliş’in sözleri durumu en açık bir şekilde özetlemektedir: “Kimi zarar veriyor, kimi camilerin duvarına çirkin yazılar yazıyor. Devlet de bazı mallarımıza el koyuyor. Osmanlı döneminde yapılan eserlerden birçoğu yok edildi. Sofya’da bilinen 82 cami vardı. Şimdi tek bir cami var. Ortadan kaldırılan kervansaraylar, çeşmeler, hanlar, hamamlar da cabası…”
Bulgaristan Başmüftüsü Mustafa Aliş’in sözlerini destekleyen son örnek geçtiğimiz günlerde, 12 Ağustos 2009’da, Gümülcine’de yaşandı. Yanıkköy (Nimfea) yakınlarındaki “Han Tarlaları” denen Batı Trakya Türklerine ait vakıf arazisi üzerinde birkaç yıldan bu yana Pontuslular “Parharia” denen “Sözde Pontus Soykırımı” etkinliği düzenliyordu. Daha önce yapılan çardakların yanına bu yıl da kilise inşaatı eklendi. Zaten Rodop Valisi Aris Yannakidis, geçen yıl etkinlikte yaptığı konuşmada olaya her türlü desteği vereceğini belirtmişti. Camiye ait tapulu arazide kilise inşa edilmesi ve “Sözde Pontus Soykırım” etkinliklerinin her yıl bu bölgede düzenlenmesi kararı, Batı Trakya Türklerinin büyük tepkisine yol açtı. Ancak Yunan makamları tepkilere kulak tıkıyor. Etrafı dikenli tel ile çevrilen ve Müslüman Türklerin girişinin yasaklandığı arazi, Yunan ordusuna mensup askerler tarafından korunuyor.
Yunanistan’ın, Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı’na karşı takındığı bu tavır, İstanbul Antlaşması, Atina Antlaşması, Sevr Antlaşması (Yunan Sevr’i) ve Lozan Antlaşması hükümlerine uymamaktadır. Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan İstanbul Antlaşması’nın (2 Temmuz 1881) 8’nci maddesinde “var olan veya ileride oluşacak olan Müslüman toplulukların örgütlenmesine ve hiyerarşisine hiçbir halel getirilmeyecektir. Ne temel yönetimlerine ne de onlara ait olan taşınmazlara zarar verilmeyecektir” denilmektedir. Ayrıca 14 Kasım 1913 tarihinde imzalanan Atina Antlaşması’nın 11’nci maddesi, müftülere vakıf mallarını idare ve denetim hakkını vermesi yanında, Müslüman Türk cemaatinin yönetim konusunu da düzenlemektedir.
Kurulmuş ve kurulacak olan vakıflar kurumunun özerkliğine, hiyerarşik yapısına ve mülklerinin yönetimine dokunulmayacağını hükme bağlamaktadır. Atina Antlaşması’ndaki bu maddeye göre; Vakıf vergisi kaldırıldığından, Yunanistan’a bırakılan arazideki tekkelerle, cami, medrese, okul, hastaneler ve diğer dini ve hayır kuruluşlarından bazıları, yeterli gelirlerden yoksun kalırlarsa yönetimlerine, Yunan Hükümeti tarafından gerekli ödeneğin verileceği belirtilmektedir. 1913 Atina Antlaşması’nın 12’nci maddesi de, vakıfların, bulundukları bölgedeki İslâm cemaati tarafından yönetileceği hükmünü getirmektedir. Anlaşmanın 3 Numaralı Protokolü’nün 13’ncü maddesi ise, cemaatlerin tüzel kişiliğini tanımaktadır.
10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması (Yunan Sevr’i) ile Yunanistan topraklarında bulunan azınlıkların soy, millet, dil, ırk ve din konusunda ayırım gözetmeyeceği teminat altına alınmıştır.
Anlaşmanın Vakıflarla ilgili olan 8’nci maddesi “Irksal, dinsel ya da dile dayalı azınlıklara mensup Yunan vatandaşları hukukta gerçekte diğer Yunan vatandaşları ile aynı muamele ve teminatlara sahip olacaklardır. Özellikle kendi hesaplarına hayır, dini ve sosyal kurumlar, okullar ve diğer eğitim kurumlarını içinde kendi dillerini kullanma ve dini vecibelerini yerine getirme haklarına sahip olarak kurmak, yönetmek ve denetlemek için eşit hakka sahip olacaklardır” ve 14’ncü maddesi “Yunanistan camilerin, mezarlıkların ve Müslümanlara ait diğer dini kurumların korunmasını karşılamayı üstlenir. Şu anda var olan vakıflar ve Müslümanlara ait dini ve hayır kurumlarına tam tanıma ve bütün kolaylıklar sağlanacak ve Yunanistan bu çeşit özel kurumlara garanti edilen gerekli kolaylıkların yeni dini ve hayır kurumlarının sağlanmasına karşı çıkmayacaktır.”
Lozan’ı yok saymak…
Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı ile ilgili maddelerine bakıldığında, 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması da kendinden önceki üç antlaşma ile paralel hükümler içermektedir. Antlaşmanın vakıflarla ilgili maddesi 40’ncı maddesi Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı’nın, giderlerini kendileri ödemek şartıyla, her türlü hayır kurumu, okul ve benzeri kurumları kurarak bunları yönetmek ve denetlemek hakkını güvence altına almakta, buralarda kendi dillerini özgürce kullanmak ve dini törenlerini yapmak imkânını sağlamaktadır. Ayrıca anlaşmanın 42’nci maddesine göre, devletin azınlığın vakıf ve dini kuruluşlarına her türlü kolaylığı sağlamayı ve bu nitelikte kurulacak yeni kurumlardan gerekli kolaylıkları esirgemeyeceği vurgulanmaktadır.
Taraf olduğu uluslararası anlaşmalarda her türlü hak ve özgürlüğü sağlamayı vaat eden Yunanistan’ın iç hukuk düzenlemeleri ise zamanla bu anlaşma hükümleri ile çelişir hale gelmiştir. 22 Haziran 1882 tarihli yasa müftülerin görev ve yetkilerini belirlerken, din görevlerinin de dini ve hayır amaçlı kurumların taşınır ve taşınmaz mülklerini yönetme yetkisinin bulunduğunu ifade etmektedir. Yasanın 4’ncü maddesinde bu görev “Müslümanların dini ve hayır kurumlarının taşınır ve taşınmaz mülklerinin, cami, tekke ve diğerlerinin yöneticilerini kontrol eder, her bölgedeki yerel makamların gözetiminde bu kurumların yöneticilerini tayin eder ve görevlerine son verir” ifadesiyle hüküm altına alınmıştır. Yasanın, bu maddesinden de anlaşıldığı üzere Vakıf yöneticilerini seçme, tayin etme ve görevlerinden azletme yetkisi yalnızca müftülere verilmiştir. Bununla birlikte 2345/1920 sayılı kanun 12’nci maddesi Cemaat İdare Heyetleri’nin görevlendirilmesi ve faaliyetlerine atıf yapmaktadır. Ancak bu madde, kanunun ilânından yaklaşık otuz yıl sonra, 16 Haziran 1949 ve 28 Eylül 1949 tarihlerinde çıkarılan iki Kral İradesi ile yürürlüğe konmuştur. Bu Kral İradeleri, tüm yetkiyi Genel Vali’ye vermektedir. Başmüftü ve Müftülerin yetkisinde olan denetleme gibi yükümlülüklerin Genel Vali’ye devredilmesi süreci de, bu Kral İradeleriyle başlamıştır.
21 Nisan 1967 tarihindeki darbeden sonra işbaşına gelen Yunan Cuntası, seçimle işbaşına gelen Batı Trakya Türk Azınlığı Cemaat ve Vakıf Yönetim Kurulları’nı azlederek yerlerine kendi tayin ettiği kişileri getirmiştir. İskeçe vakıf malları halen 1967 yılında Yunanistan’da cunta iktidarının atadığı bir kişi tarafından yönetilmektedir. Gümülcine vakıf malları ise, yine cuntanın atadığı kişinin 1989’da istifasından sonra, cemaat yönetimi denetleyici sıfatıyla atanmış müftüye tevdi edilmiştir. Ancak 1967 yılında yönetimi gelen askeri cunta idaresi döneminde başlayan yıkım, haciz ve istimlâk yoluyla yok edilmesine yönelik girişimler, Yunanistan’ın demokrasiye dönüşünden sonra da tüm hızıyla devam etti. 1980 yılına gelindiğinde, Batı Trakya Müslüman Azınlığı’na ait Vakıf mülkleri ile alakalı yeni bir yasa taslağı Yunan Parlamentosu’na getirildi.
19 Kasım 1980 tarihinde Yunan Parlamentosu’ndan çıkarılan ve 20 Kasım 1980 tarihli Yunan Resmi Gazetesi’nde yayınlanan 1091/1980 sayılı “Batı Trakya Müslüman Azınlığı Vakıfları ve bunların servetlerinin idare ve işletilmesine ilişkin yasa” tümüyle vakıfların mal varlıklarının idaresini ve idare heyetlerini hedef almıştır. Yasaya göre; Vakıflar parçalanarak ayrı heyetler tarafından idare edilmesi öngörülmektedir. 1920’den beri Vakıf İdarelerinin yönetiminde ve müftülerin denetiminde olan vakıfların şimdiki durumda denetim yetkisi bütünüyle valilere bırakılmıştır. Vakıf İdarelerinin vakıf mütevellilerini belirleme ve vakıflara ilişkin diğer kararları da tümüyle valinin kontrolü altına sokularak karar mekanizmasında da Vakıf İdareleri valiye bağlanmıştır. Ekonomik açıdan vakıf İdarelerini ve vakıf mütevellilerini zora sokan bir hüküm de vakıflara ilişkin mal bildiriminde bulunma zorunluluğudur. Kanunun 20’nci maddesi ile getirilen bu zorunluluk vakıfları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır. Vakıf idareleri bütçelere ilişkin tüm kararları valinin onayına sunmak zorunluluğu ile karşı karşıya bırakılmışlardır. Yunanistan yönetiminin bu oldubittisine karşılık Batı Trakya Türklerinin gösterdiği yoğun tepkiler nedeniyle yasanın uygulama süresi sekiz yıl ertelenmiş ve 15 Ocak 1989’a kadar yürürlüğe konulamamıştır. Ancak Yunan yönetimi ısrarından vazgeçmeyerek, vakıf yönetim kurullarını bu yasaya göre tayin etmeye devam etmektedir. 30 Nisan 1996 tarihinde yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile yasanın bazı maddelerinde değişiklikler yapılmıştır. Adı geçen yasadaki valilere verilen yetkiler, bu tarihten itibaren, Bölge Genel Sekreterine devredilmiştir.
Mübadele sonrası
Mübadele öncesi Yunanistan sınırları içinde çok sayıda vakıf vardı. Mübadele sonrası Yunanistan’ın çeşitli bölgelerinde bulunan bu vakıfların mal varlıkları bölgeye en yakın bir başka vakfa intikal etmesi gerekiyordu. Ancak Mübadele sonrası Yunanistan’da vakıf Yönetimi olarak sadece Batı Trakya’da Gümülcine, İskeçe ve Dimetoka’da heyetler kaldı. Yunan yönetimi sürekli olarak bu kurumlara müdahale etmiş ve icra etmeleri gereken fonksiyonlarından arındırmaya çalışmıştır. Bunu tarihi süreç içinde çıkarmış olduğu hukuki uygulamalarla da ortaya koymuştur. Bu nedenle, Lozan Antlaşması’nın bu kurumlara kazandırmış olduğu özerk yapı ortadan kaldırılarak, önce valiye sonra da Bölge Genel Sekreteri’ne geniş yetkiler verilerek basit birer kurum haline getirilmiştir. Çıkartılan yasalarla; vakıf kurumunun örgütlenme ve idari yapısında değişiklikler yapılmış, vakfın icra etmesi gereken dini, sosyal, eğitim, ekonomik ve vakıf yönetimine ilişkin faaliyetlerine ya sınırlamalar getirilmiş ya da bir kısmı uygulama sahasından kaldırılmıştır. Vakıflara ait mülklerin bir kısmı Yunanlı kiracılar tarafından sahiplenilerek vakıf heyetinin kullanımından çıkmış durumdadır.
1933 yılında yapılan, ancak ne gariptir ki 76 yıl sonra uygulanmasına başlanan, şehir planı kapsamında, özellikle azınlık vakıf mallarının bulunduğu bölgelerden geçen yollar, birçok tarihi cami, türbe ve çeşme tahrip edilmiş, yıkılmış; cami bahçeleri de yol açma gerekçeleriyle daraltılmış. Şehir plânı gerekçesiyle birçok cami ve tarihi eserlerin onarılması için izin verilmiyor. Yine vakıf mülkleri, beyanında bulunmamak ve vergi borçlarını ödememek gibi bahanelerle haciz ve ipotek altına alınıyor. Vakıf mallarının vergisi ödenmek istenmesine rağmen ödeme talebi, vergi dairesi tarafından kabul edilmiyor. Vergi borcu, faiz ve gecikme tazminatı karşılığı olarak vakıf mallarına ipotek konuluyor. Vakıf İdarelerine heyetler atanmasına devam ediliyor. Batı Trakya Müslüman Türkleri, bugün hala, vakıfların antlaşmalardaki statüsüne kavuşturularak, vakıf yönetimlerini yasaların kendilerine verdiği hür iradeleriyle seçecekleri günü bekliyorlar. Umarız, Avrupa Birliği üyeliği için Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması ve Ayasofya’nın müze-kilise haline getirilmesi için yoğun çaba harcayan Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri, bu beklentilerin en kısa sürede gerçekleşmesi için de aynı alaka ve gayreti sarf ederler.
Kaynakça:
- Batı Trakya Meriç’in Öbür Yakası, Fatma Tunç Yaşar, İstanbul, Aralık 2007
- Batı Trakya Sorunu, H. Bülent Demirbaş, Arba Yayınları, İstanbul, Ocak 1996
- Balkanlar, Hugh Poulton, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Nisan 1993
- Balkanlar El Kitabı Cilt 2, Komisyon, KaraM
Ayhan Demir, Milli Gazete
