Unutulan Bir Türk Devleti; Batı Trakya Bağımsız Hükümeti

Zafer Tekin

Batı Trakya

Tarihimizde, milletimize kutup yıldızı olabilecek şahsiyetleri, milli ruhumuza ilham kaynağı olabilecek sayıları yüzlerle, binlerle ifade edilebilecek hâdiseleri cömertçe unuttuğumuz veya görmezden geldiğimiz maalesef tarihi bir hakikattir.

Tarihte 16 Büyük Türk Devleti kurmakla övünürüz de, cihana hükmetmiş bu Devletleri yıkanın da kendimiz olduğumuz gerçeğini kabul etmeyiz veya edemeyiz. Orta Asya’nın bozkırlarında başlayan tarihi devrimiz, önce Batı Hun İmparatorluğu, sonra da Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa içlerine kadar uzanmış ve milletimizin kurduğu Devletler hüküm sürdüğü her devirde başrolde olmuştur.

Bugün Cumhurbaşkanlığı Makamına ait forsta da anlamlandırılarak sembolize edilen söz konusu 16 Büyük Türk Devleti, tarih boyunca Milletimiz tarafından kurulmuş onlarca devletin yalnızca bir bölümünü ifade etmekle birlikte, Cumhuriyet döneminin büyük tarihçisi Hüseyin Nihal Atsız’a göre bu yanlış bir düşüncedir. Zira Atsız, “Türk Tarihinde Meseleler” adlı eserinde bu konuyu irdelerken; “… her şeyimiz gibi tarihimizde henüz kesin şeklini almış değildir, bu yüzden okullarda çocuklarımıza milli tarih terbiyesi verilmemektedir. Tarihlerde hâlâ Sümerler’ in veya Hititler ’in Türk olduğu hakkındaki hezeyan tekrarlanmakta, buna inanmadan öğrenen çocuklarda milli tarih sevgisi diye bir şey kalmamaktadır.

Türk tarihi bir bütündür. “Devlet” denilen nesneler ayrı hükümdar hanedanlarıdır. Böyle olunca 16 Türk Devleti masalı kendiliğinden yıkılır ve birbirinin devamı olan hanedanlarla Türk tarihindeki birlik karşımızda parıldar” şeklinde bir tespitte bulunmuş ve söz konusu 16 Türk Devletinin hemen hemen hepsinin bir birinin devamı ve tamamlayıcısı niteliğinde olduğunu ifade etmiştir.

Atsız’ın bu düşüncesine katılmakla birlikte diğer taraftan da Devlet kurmakta millet olarak üstümüze kimseyi tanımayız, her ortamda, her coğrafyada, her devirde gölgesi altında huzur bulduğumuz, uğrunda seve seve canımızı verdiğimiz Devletler kurduğumuz da su götürmez bir gerçektir. “İki Yahudi bir araya gelirse şirket, iki Türk bir araya gelirse Devlet kurar” sözü işte bu yüzden nesiller boyu dilden dile aktarıla gelmiştir.

Bu yazımızda konu edeceğimiz “Batı Trakya Bağımsız Hükümeti” de işte bu nokta da derin anlam ve mânâlar içermektedir. Zira, 1912-1913 yıllarında hepsi kendisinden kısa bir süre önce ayrılan 4 küçük Devlete karşı (Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ) verilen Balkan Savaşlarında tarihinin en hazin mağlubiyetlerinden birisini yaşamış olan Osmanlı İmparatorluğu, istemeye istemeye ve hazırlıksız olarak girmiş olduğu savaşta, daha ne olduğunu bile anlamadan Bulgar ordularını İstanbul önlerinde buluvermişti.

Başından sonuna kadar büyük bir drama sahne olan 1. Balkan Savaşındaki mağlubiyet tüm dünyayı adeta şok etmişti. Zira her ne kadar Avrupalıların gözünde “hasta adam” olarak ifade edilse de Osmanlı’nın bu kadar kısa sürede, teslim olacağını kimse hayal bile etmiyordu.

Balkan Savaşlarının hemen öncesinde bir oldu bitti ile Trablusgarp’a (Libya’ya) el koyan İtalya ile normal savaşı bile göze alamayan Osmanlı, bir avuç idealist subayını gizlice oraya gönderip, yerel halkı kıt imkânlarla teşkilatlandırarak ve techizatlandırarak sonuç almaya çalışırken, diğer taraftan olmaz denilen birçok şey olmuş ve Balkan ülkeleri kendi aralarında ittifak yaparak top yekûn Osmanlı’ya karşı saldırıya geçmişlerdir.

Abdülhamit Han’ın tahttan indirilmesinde Balkanlarda çıkarılan isyanlar önemli rol oynamıştır. O dönem de henüz daha bin başı rütbesinde olan Enver Bey, Sultan Abdülhamit’e karşı isyan ederek görevli bulunduğu Selanik’ten dağa çıkmış ve 2. Meşrutiyet’in ilanı üzerine hürriyet kahramanı olarak Selanik’e tekrar dönmüştür.

Bilahare Sultan 2. Abdülhamit Han 1909 yılında ki darbe ile tahttan indirilmiş, yerine Sultan Reşad tahta çıkartılmıştır. 1909 dan 1913 yılına yani 1. Balkan savaşının bir hezimetle sonuçlanıp Bulgar ordusunun Çatalca önlerine kadar gelmesine kadar İttihat ve Terakki fiili olarak yönetimi eline almamakla birlikte yönetimde söz sahibi bir dönem geçirmişlerdir.

Yukarıda kısaca bahsetmeye çalıştığımız süreç sonunda yani 1. Balkan Savaşı hezimetinden sonra İstanbul’un Bulgarlar tarafından işgali ile karşı karşıya kalınması üzerine, Londra’da toplanan barış görüşmelerinde Kamil Paşa kabinesi Edirne’yi Bulgaristan’a bırakma noktasına gelmişler ve Trakya sınırımızın Midye-Enez hattına çekilmesine razı olmuşlardır.

Bu durum karşısında tarihte Bab-ı Âli Baskını olarak bilinen hadise olmuş ve Enver Bey ve arkadaşları Bab-ı Âli ‘de (Dönemin Başbakanlığı) toplantı halindeki Bakanlar Kurulu salonunu 23 Ocak 1913’te basarak Kamil Paşa hükümetinin istifasını alarak yerine 31 Mart İsyanını Selanik’ten gelerek bastıran Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa’yı Sadrazamlığa (Başbakanlığa) getirerek yeni bir hükümet kurmuşlardır. Bu hadise, 2. Abdülhamit Han’a 2. Meşrutiyeti ilan ettiren ve daha sonra da tahttan indiren İttihat ve Terakkinin ülkenin yönetimini fiili olarak eline almış olduğu en somut hadisedir. Bahsi geçen baskına ve yönetimi ele geçirmeye sebep olan en büyük ve önemli hususta Trakya ve özellikle Edirne’nin Bulgaristan’a bırakılmasıdır.

Vatanlarına ve vatanın her karış toprağına aşk derecesinde sevdalarından kimsenin şüphe etmeyeceği İttihat ve Terakki mensubu bu idealist insanlar, söz konusu sevdaları uğruna devrin en kudretli Padişahına karşı isyan etmişler, ülkenin iyi yönetilmediğini öne sürerek Sultanın tahttan indirilmesinde öncülük etmişlerdir. Ancak hiç bir şey düşündükleri ve hatta tasavvur ettikleri gibi gelişmemiş ve düşman namluları İstanbul önlerine kadar gelmiştir. Söz konusu sevdalarına bağlı olarak, bugün Fizan olarak bilinen Libya çöllerine koşarak giden bu nesil, başta Edirne olmak üzere ecdatlarının kanlarını sebil ettikleri toprakların asırlarca kendi bayrakları altında huzur ve sükûn içinde yaşayan 3,5 devletçiğin askerlerinin çizmeleriyle çiğnenmesini zûl olarak görmüşler ve sebep oldukları bu duruma yine hayatlarını ortaya koyarak inisiyatif almışlardır.

Kurtuluş Savaşı öncesinde Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ortaya çıkan Kuvay-ı Milliye denilen teşkilatlanmalar ilk olarak 1. Balkan Savaşı döneminde Trakya Bölgesinde zuhur etmiştir. Ancak ortalık yangın yeridir, terkedilen binlerce kilometre karelik vatan topraklarında yüzyıllardır huzur içinde yaşayan Müslüman Türk halkı yangından kaçarcasına bölgeden İstanbul’a ve Anadolu içlerine doğru gelmiştir ve gelmeye devam etmektedir. Başı kabak, yalınayak yollara dökülen halk; açlık, sefalet ve biçare bir şekilde başlarını sokacak yer ararken, binlercesi de yollarda, dağ başlarında can verip kalmışlardır.

İstanbul’un bütün camileri muhacirlerle, yaralı insanlarla, asker kaçaklarıyla dolmuş, Çatalca önlerinde istihkâm edilen orduda güven ve itimat kalmamış, siyasi çekişmelerle komita kademesi işlemez duruma gelmiştir.

Bu şartlar altında ve Edirne Bulgarlara veriliyor diyerek hhhükümeti illegal yollarla 23 Ocak 1913 tarihinde ele geçiren İttihat ve Terakki iktidarında 30 Mart 1913 tarihli Londra Antlaşmasıyla Trakya sınırımız Midye-Enez hattı olarak belirlenmiş ve Edirne ve Kırklareli dâhil olmak üzere Trakya’nın büyük bir bölümü Bulgaristan’a bırakılmıştır.

Balkan Savaş’ı başladığında, kimsenin böyle bir sonucu beklemediğini yazımızın başında belirttiğimiz üzere, Avrupa Devletleri silah seslerinin duyulmaya başlaması üzerine ortak bir deklarasyon yayınlayarak Savaşın kazananı kim olursa olsun hiçbir ülkenin toprak kaybına müsaade edilmeyeceğini ifade etmişler idi. Bunun sebebi ise, her şeye rağmen Osmanlı’nın söz konusu Devletlere karşı galip geleceğine olan inançlarıdır. Ancak savaşın kaybedeni Osmanlı olunca verilen sözler unutulmuş ve toprak bütünlüğüne yönelik vaadler yok sayılmıştır.

İşte bu şartlar altında Enver Bey’in yönlendirmesi ve yol vermesiyle, daha önce Balkan komitacılarına ve özellikle Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı verilen gerilla savaşlarında imkânsızları başaran ekip, tekrar iş başına gelmiştir.

Yine yukarıda belirttiğimiz Kuvay-ı Milliye teşkilatına bağlı yaklaşık 5.000 gönüllü ordudan bağımsız olarak örgütlenmiş ancak o güne kadar kayda değer bir başarı gösterememişlerdir. O dönemlerde teşkilatlanmasına hız verilen Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak bu 5.000 kişilik gönüllü teşkilatın başına Kuşçubaşı Eşref (Eşref Sencer) getirilmiş, kardeşi Selim Sami başta olmak üzere, Cihangiroğlu İbrahim, Süleyman Askeri Bey, Zenci Musa ve Mamaka Mustafa gibi fedailerle de ekip takviye edilmiştir. Bilahare bu ekibe, yanında bir grup talebesiyle Said Nursi de dâhil olmuştur.

Kuşcubaşı Eşref, Balkan komitacılarına ve özellikle Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı verilen gerilla savaşlarında Enver Bey’in en yakınında bulunmuş, olmaz denilen birçok şeyi oldurmuş, imkansız denilen birçok başarıyı kıt imkanlarla başarmış bir isimdir.

5.000 kişilik Kuvay-ı Milliye gönüllüleri sıkı bir taramadan geçirilerek sicilleri, fiziki yapıları ve karakterleri düşünülen göreve uymayanlar ayıklanmış, bununla birlikte İstanbul hapishanelerinde mahkum olarak bulunan ve görev için uygun olanlar birliğe dahil edilmiş, ayrıca düzenli ordudan seçkin neferlerle takviye yapılmıştır.

İstanbul’un gözden uzak mekânlarında çok sıkı bir talimden geçirilen söz konusu birlik, Edirne başta olmak üzere, kaybedilen toprakları ya geri almak, ya da ölmek üzere hazırlanırlarken, İstanbul’da gizli servislerin, ajanların cirit attığı bir mekân haline gelmiştir.

Mehmed Niyazi’nin “Yazılmamış Destanlar” adlı eserinde belirttiğine göre Alman Elçisi İmparatoruna yazdığı raporda; “Haşmetmeap, bütün imkânlarımızı kullanarak İstanbul’daki gelişmeleri ve hazırlıkları yakından izliyoruz. Çok daha büyük tehlikelerden korktuklarından Osmanlı Hükümeti ve yüksek rütbeli paşalar ne Edirne’yi, ne de Trakya’daki herhangi bir yeri geri almak istemiyorlar. Fakat Enver Bey’in çevresinde toplanmış, sayıları sınırlı, ama çok cüretkâr olan genç subaylar kaybettikleri toprakların bilhassa Edirne’nin hayalini taşıyorlar. Bunların arasında İtalyanlar’ın büyük yazarı Koncino Rivoli’nin “Ünlü Türk haydutu” dediği Eşref Bey’de bulunmaktadır. Ne derece cesur, ölümden korkmayan insanlar olduklarını İtalyanlara karşı Trablusgarp’ta ispat ettiler. Enver Bey ve çevresinde toplananlar cinnet derecesinde vatanseverdirler. Cinnet halindeki insanların neler yapabileceklerini şüphesiz Haşmetmeapları takdir ederler” hususlarına yer vererek perşembenin gelişini çarşambadan öngörmüştür.

Düzenli Ordunun Çatalca önlerinde çakılıp kaldığı, Londra Antlaşması ile yüzyıllardır Müslüman-Türk milletine yurt olmuş aziz vatan topraklarının gelişi güzel taksim edildiği ve gerek ordunun, gerekse milletin maddi ve manevi anlamda adım atacak mecali olmadığı bir dönemde, ölmek var, dönmek yok düsturu ile cepheye koşan bir avuç gönüllü çıkmıştır ortaya ve artık harekete geçme zamanı gelmiştir. Ancak, bir avuç gönüllü ile başta Edirne olmak üzere düşman çizmesi altındaki vatan topraklarını kurtarmak isterken aziz İstanbul’un yani payitahtın elden çıkması riski yadsınamayacak kadar yüksektir.

Eşref Bey, yakın arkadaşı Enver Beyi harekete geçmeleri için gereğini yapması konusunda sürekli ricalarda bulunmakta, Enver Bey’de bu asil yürekli arkadaşı ile aynı şeyleri düşünmesine rağmen, alınacak riskin İstanbul kadar büyük olmasından dolayı karar vermekte zorlanmasına ve endişelenmesine sebep olmaktadır. Bu düşüncelerle birlikte, her ne pahasına olursa olsun bir şeyler yapılması gerektiği düşüncesinde olup, savaşın risk alma işi olduğu, riski de sadece cesurların alabileceğini bilmektedir.

Enver Bey bu düşüncelerle Kolordu Komutanı Hurşit Paşa’ya gönüllü birlikler kumandanı Eşref Beyin gerilla savaşı yapmak üzere saldırı için emir beklediğini, kendisini Trablusgarp’tan tanıdığını ve bu işin üstesinden gelebileceğine dair inancının ve güveninin tam olduğunu, bu konuda izin verilmesini rica eder. Olaylardan ve Eşref Bey’in bu işlerdeki muvaffakiyetlerinden haberdar olan Paşa, durumun nazikliğini, silah ve teçhizat bakımından imkânsızlıklarını ve herhangi bir başarısızlıkta Devletin ve Milletin maruz kalacağı sıkıntıları Enver Bey’e tekrar belirtir. Ayrıca mecburende olsa bir antlaşmaya imza atıldığını, uluslararası kamuoyunda böyle bir hareketin meşru karşılanmayacağını ifade eder. Enver Bey kararlıdır ve gönüllü birliklerin adları üstünde gönüllü birlikler olduğunu, “bizi dinlemediler, bizim haberimiz yoktu” gibi mazeretlerle Avrupa kamuoyunun oyalanabileceğini, en ufak bir kıvılcımda orduya heyecan ve şevk geleceğini ileri sürerek Paşa’yı ikna eder.

Plan gayet basittir, hazırlanan gönüllü birlikleri İstanbul’dan Enver Paşa’nın temin ettiği Bafra Gambotu ve Draç Torpidosu ile Marmara denizine açılarak Çatalca önlerinde Bulgar kuvvetlerinin arkasından sahile çıkarak arkadan saldıracaklar, düşmanda bir panik olması halinde, düzenli ordu harekete geçecektir.

Marmara Ereğlisi yakınlarından gizlice karaya çıkan gözü kara Anadolu yiğitleri, her biri ayrı destansı gerçeklerle, kimi zaman düşman ordusunun karargahını bombalayarak, kimi zaman en kritik mevzilere hücum ederek harikalar yaratmıştır.

Diğer taraftan hiç ummadıkları bir şekilde zafer ve toprak kazanan eski düşman, yeni dost Balkan Devletleri arasında da savaş sonunda kazanılan toprakların paylaşımı konusunda ihtilaflar çıkmış ve her an kendi aralarında tekrar bir kavganın eşiğine gelmişlerdir. Türk ordusunun o anki muhatabı olan Bulgaristan kuvvetleri Türklerin bu ele avuca sığmaz, askere de sivile de benzemeyen kuvvetleri karşısında çaresiz kalırken, diğer taraftan da düzenli ordu silkinmiş ve harekete geçmiştir.

Önce Marmara Ereğlisi, sonra Muratlı alınır, Tekirdağ, Çorlu, Kırklareli çorap söküğü gibi tekrar asli sahiplerinin eline geçer. Hedef Edirne’dir ve artık geri dönüşü yoktur. Düşman Edirne’den önce Lüleburgaz’da toparlanmaya çalışmaktadır ancak tutunamaz, önde bir avuç gönüllü birlikler, arkada ağır aksak ama gururla gelen düzenli ordu olmak üzere hedefe Türklerin kutlu şehri Edirne konulur ve 21 Temmuz 1913 tarihinde başta Enver Bey olmak üzere gönüllü birlikleri hedefe ulaşır. Ülke bayram yerine dönmüştür, Selimiye’nin ev sahibi, Osmanlı’nın İstanbul’dan önceki payitahtı tekrar sahiplerine kavuşmuştur. Türkleri Midye-Enez hattına mahkûm etmek isteyen batılıların planları ters yüz olmuş, şimdi de Edirne’den ileriye geçilmemesi için çağrı üzerine çağrı yapmaktadır Osmanlı’ya.

Türk topraklarını ve Edirne’yi hızla boşaltan Bulgaristan bu sefer diğer 3 devletle kavgaya başlamıştır. Gönüllü birlikler bu fırsatı değerlendirmek üzere ilerlemeye devam etmek istemektedirler. Gümülcine’nin boynu bükük, Dedeağaç’ın gözü yaşlı, İskeçe mahzun ve Kırcaali öksüzdür.

Eşref Bey yoluna devam ederek Sofya’ya kadar gitme taraftarıdır, Enver Bey ve hatta hükümette bu düşüncededir ancak, imkânsızlıklar ve gerçekler farklıdır. Edirne’nin tekrar sınırlarımıza dahil edilmesi her şeye değerdir, ancak Avrupalının gözü tamamen Osmanlının üzerindedir artık duracaksın demektedirler. Avrupalılar hükümete, hükümet de Enver Bey’e artık durmalısınız demekte ve aba altından sopa göstermektedir. Hatta Edirne’nin derhal boşaltılarak Londra Antlaşması gereğince Midye-Enez hattına çekinilmesi yönünde baskı yapmaktadırlar.

Baskılar karşısında İstanbul’dan gönüllülere yapılan yardımlar son bulmuştur ve fiili olarak kendi olarakta kendi hallerine bırakılmışlardır. Edirne’nin batısına geçilmiş ve her gün yeni köy ve kasabalar alınmasına rağmen Osmanlı bu alınan yerlere sahip çıkmayacağını açıklamıştır. Nefes alacak durumu yoktur Devletin, bir tarafta ağır yenilginin faturası, bir tarafta Balkanlardan gelen göç kafileleri, bir taraftan ve en önemlisi de Avrupa’nın şiddetli baskısı.

Edirne’nin kilometrelerce uzağında yaklaşık 5.000 gönüllü birliği ile her gün her saat yeni bir destan yazmaya devam etmektedir Kuşçubaşı Eşref ve kahramanları. Bulgar zulmünden bıkan halk akın akın gönüllülere katılmaktadır bir taraftan. Kurtarılan yerlere yeniden can gelmektedir, ancak Osmanlı Devleti yukarıda izah ettiğimiz üzere sahip çıkmamaktadır. Halkın ihtiyaçlarına cevap verecek bir İdari ve Adli bir yapıya ihtiyaç vardır. Sırasıyla Kırcaali ve Gümülcine de Bulgarlardan arındırılır ancak, İstanbul’dan ardı arkasına haberler gelmeye başlar. Harekâtın derhal durdurulması ve Edirne’nin 30 km batısından çizilecek sınır ile yeni bir antlaşmanın yapılmasının an meselesi olduğu, söz konusu antlaşmanın yapılması için Eşref Bey’in başında bulunduğu gönüllü birliklerin derhal yurda dönmesinin şart olduğu defaatle belirtilmektedir.

31 Ağustos 1913’de gönüllü birliklerin komutanı Kuşçubaşı Eşref Bey; ve maiyetinde bulunan arkadaşlarını, bölge halkının önde gelenlerini toplayarak, bir değerlendirme yapar ve; Osmanlı İmparatorluğunun uluslararası baskılar sonucu bu topraklara şimdilik sahip çıkamadığını, ancak günün birinde mutlaka yeniden geleceklerini ifade ederek, geçici bir süreliğine de olsa bölge halkının kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesinin en doğrusu olacağını belirterek, “Batı Trakya Bağımsız Hükümeti” isminde bir Devlet kurulmasını tavsiye eder.

Başkenti Gümülcine olarak belirlenen Devletin başına da Hoca Salih Efendi getirilmiştir. Bir oldubitti ile aniden kurulan bu Devletçik, başta Osmanlı ve Bulgaristan olmak üzere tüm dünyada şaşkınlıkla karşılanmıştır. 1. Balkan Savaşından sonra o bölgeye Bulgaristan hâkim olmakla birlikte, asıl sahip olmak isteyen Yunanistan’dır. Yüzyıllardır Osmanlı idaresinde olan yerlerde, şimdi üç Devletten de bağımsız olduğunu iddia eden yeni bir Türk Devlet türemiştir.

bati-trakya-turk-cumhuriyetiBatı Trakya Bağımsız Hükümeti ismiyle tekrar fethettiği yerlere aniden bir Devlet kurarak vazifesini tamamlayan Eşref Bey ve ekibi, teşkilatı mahsusanın vereceği yeni görevler için yurda döndükten yaklaşık 3 ay sonra 2. Balkan Savaşı da son bulmuş ve Bulgarlar da derhal yeni kurulan Devleti ortadan kaldırmak üzere harekete geçmişlerdir. Ekim ayı başlarında başlayan Bulgar saldırılarına karşı yaklaşık bir ay direnen bu yeni Devlet, hemen teslim olmamış Türk’ün karakteristik özelliğini burada da yansıtmıştır. Bulgar hükümetinin aracı olunması ve daha fazla kan dökülmemesi için Osmanlı’dan yardım istemesi üzerine,  Miralay Cemal Bey bölgeye gönderilir ve Bulgar Generali Lazarof’un başında bulunduğu kuvvetlere yerel halka iyi davranılması ve eşit muamele taahhüdünün alınmasıyla bir Türk Devleti daha tarihten silinir.

Tamamen Müslüman-Türklerden oluşan halkına rağmen elimizde tutamadığımız bu bereketli topraklarda o günlerde başlayan insan hakkı ihlali ve zulüm maalesef bugünde devam etmektedir. Kendilerine seçmiş oldukları bayraklarındaki renklerinde bile (siyah renk zulmü, yeşil renk islamı, ay yıldız da Türklüğü) milli ve manevi değerlerinin yanı sıra zülmü ifade etmeye çalışan bu cefakar topluluğun sesi maalesef bugün bile yeteri kadar duyulmamaktadır.

Aynı bayrak altında yaşayacağımız günleri görmek hayalimizi daima diri tutmanın yanı sıra, tüm Rumeli Balkan coğrafyasındaki soydaşlarımızın hak ettikleri “hak ve özgürlüklerini en kısa sürede elde etmeleri dileğiyle….

Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi – SASAM

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
YAZARIN SON YAZILARI
Anzavur İsyanı - 12 Temmuz 2019 20:22
Kuşçubaşı Eşref - 1 Mart 2019 00:03
Yemen - 11 Kasım 2018 20:01
Enver Paşa - 4 Ağustos 2018 00:29
Osmanlı’nın Son Fethi; Bakü - 14 Eylül 2017 14:54
Hocalı Katliamı - 25 Şubat 2017 14:21
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ