Balkan Savaşları

Zafer Tekin

Tarihimizin zenginliğinden ve gurur duyacağımız yüzlerce ve hatta binlerce hadiseden müteşekkil olduğunu daha önceki yazılarımızda defaatle belirtmiştik. Aynı zamanda hatırlamak istemeyeceğimiz, keşke yaşamasaydık diye düşündüğümüz birçok acı gerçeğimizin de olduğu hepimizin malumu.

Milletimizin kurup büyüttüğü Osmanlı Devletinin yıkılış dönemlerinde yaşadığı ve esas çöküş ve çözülmenin hızlı bir ivme kazandığı dönemde karşı karşıya kaldığı Balkan Savaşı felaketi de bu acıların başında gelmektedir.

Kahramanlarımızı ve gurur kaynaklarımızı çabuk ve kolay unuttuğumuz gibi, maalesef acılarımızı da çabuk ve kolay unutuyoruz. Hâlbuki geçmişte millet ve Devlet olarak yaşadığımız acı tecrübeleri hafızalarımıza kaydedip, yol haritamızı ona göre belirleyebilsek, bugünlerde ve gelecekte dûçar olduğumuz veya olacağımız birçok hayati meseleler ve sorunlarla karşı karşıya gelmemiz engellenebilir. Zira yaygın bir görüşe göre tarih tekerrürden ibarettir.

Balkan Savaşları üzerine okumuş olduğum onca kaynağın ve yapmış olduğum araştırma ve değerlendirmelerin sonucunda gördüm ki, bugünlerde yaşadığımız birçok sorunu biz tam 100 yıl önce yine yaşamışız, hemen hemen bire bir benzer konularda, Devletimiz benzer çözümler getirmeye çalışmış, tüm iyi niyetli adımlara rağmen felaket kaçınılmaz olmuş.

Bu çalışmayı okuyanlarında göreceği üzere, niyeti bozuk olanlara, asıl gayesi üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olanlara karşı ne kadar iyi niyetli olursanız olun, ne kadar taviz verirseniz verin, ne kadar iyilik yaparsanız yapın sonuçta görüyorsunuz ki “merhametten maraz doğuyor”

Evet, konumuza gelecek olursak, kısmen de olsa Batı Trakya Türk Hükümeti başlıklı yazımızda değindiğimiz Balkan Savaşları deyim yerindeyse tam bir felaketle sonuçlanmıştır. Peki bu noktaya nasıl gelinmiştir, yaklaşık 500 yıl Osmanlı İdaresinde barış, huzur ve güven içerisinde yaşayan, Devletleri Osmanlı ile ciddi manada hiçbir sorunu olmamakla birlikte kendi aralarında sürekli boğaz boğaza olan Balkanlardaki dört devlet nasıl olmuştur da kendi aralarında aniden ittifak yaparak Osmanlı’ya karşı saldırıya geçmişlerdir?

Osmanlı İmparatorluğu döneminde tarihleri boyunca hiç olmadıkları kadar barış ve huzur içinde yaşayan Balkan kavimleri özellikle 1789’daki Fransız ihtilalinden sonra ufak çaplı kıpırdanmalara başlamış ve daha çok Rusya’nın dini ve etnik hususları ön plana alarak söz konusu kavimleri sürekli tahrik ve kışkırtmasıyla bu kıpırdanmalar somutlaşmaya başlamıştır. Rusya’nın asırlık rüyası olan sıcak denizlere açılma politikası, Balkan milletleri üzerinden Osmanlı’ya karşı yönelmiş, bu milletlere hamilik yapma kisvesi altında amacına ulaşmaya çalışmıştır.

Bu noktada Sultan Abdülhamit Han’ın tahta geçtiği ilk yıllarda ve özellikle İngiltere’nin Osmanlı’yı Rusya’ya, Rusya’yı da Osmanlı’ya karşı kışkırtması üzerine patlayan 93 harbi neticesinde Ruslar galip gelmiş ve Osmanlı hem doğuda, hem de Balkanlarda tarihinin en büyük toprak kaybını yaşamıştır.

Tarihçi Yılmaz ÖZTUNA’ya göre ne Ruslar, ne de Osmanlı bu savaşa taraftar değildir, ancak özellikle Mithat Paşa’nın zafere olan kesin inancından dolayı (ki Mithat Paşa aşırı bir İngiliz taraftarıdır) savaşa girilmiş ve tam bir felaketle sonuçlanmıştır. Yine Öztuna’ya göreiki devlet arasındaözellikle Rusların Balkan milletleri üzerinde mevcut olan hamiliği yüzünden ufak tefek anlaşmazlıklar vardır ve gerek Rus kamuoyu gerekse Osmanlı kamuoyu savaş taraftarıdır, ancak diğer taraftan tahta yeni çıkmış olan Sultan Abdülhamit Han ve Rus Çarı 2. Alesandr kesinlikle savaşa karşıdırlar. Özellikle Rus Çarı olası bir savaşta Kırım Savaşında olduğu gibi bir İngiliz müdahalesinden ve mağlubiyetten aşırı derecede endişe duymakta ve savaşı göze alamamaktadır. Bununla birlikte Rus Çar’ı, mevcut kamuoyu baskısını azaltmak için nüfusunun büyük bölümü zaten Karadağ’lı olan ve Osmanlı hâkimiyetinde bulunanNikşik kazasının Karadağ’a bırakılmasını istemiş ancak söz konusu talebinİngiltere’ye çok güvenen Mithat Paşa’nın etkisiyle Osmanlı Devletitarafından kabul edilmeyince Osmanlı açısından tam bir felaketle sonuçlanan savaş patlamıştır.

Savaş sonunda Ruslar doğuda Erzurum’a, batıda ise İstanbul önlerine gelmişlerdir ve sonucunda tarihteki en ağır antlaşmalarımızdan birisi olan ve 3 Mart 1878 de imzalanan Ayastefonos antlaşması ile Romanya, Sırbistan ve Karadağ tam bağımsızlıklarına kavuşmuş, ayrıca Karadeniz’den Ege denizine kadar koskoca bir Bulgaristan ortaya çıkmıştır. Diğer taraftan ise, yüzbinlerce Müslüman-Türk, asırlardır yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalarak İstanbul’a ve Anadolu’ya doğru hazin bir göç dalgası başlatmıştır.

Osmanlı’ya hasta adam benzetmesi işte bu dönemlerde dillendirilmeye başlanmıştır ve bütün batılı emperyalistlerin gözünde bu hasta adamın toprakları vardır. Abdülhamit Han’ın kişisel siyasi becerisi ile söz konusu emperyalist hayaller birleşince İngiltere ve Fransa, Rusya’ya baskı yapmışlar ve Ayestefanos Antlaşmasının şartlarını yeniden görüşmek üzere taraflar Berlin’de bir araya gelmişlerdir.

13 Temmuz 1878 Berlin Antlaşması ile Ayastafanos Antlaşması rafa kaldırılmış, Bulgaristan tekrar küçük bir prensliğe indirilmiş, şeklen Osmanlı’ya bağlı kalmakla beraber Bosna Hersek Avusturya’ya verilmiş, Kıbrıs arabuluculuk payı olarak İngiltere’ye bırakılmış, Ruslar’da ilk defa bu antlaşma ile Ermeniler hakkında söz hakkına sahip olmuştur. Ayastefanos antlaşması ile, Osmanlı’nın Balkanlarda kalan Arnavutluk dâhil olmak üzere Bosna Hersek’le kara bağlantısı araya Bulgaristan sokularak kopartılmış idi, söz konusu bağlantı Berlin Antlaşması ile tekrar sağlanmış ortaya çıkan garip durum düzeltiştir. Buna rağmen çok geniş topraklar elden çıkmış ve Rusya’ya ciddi miktarda savaş tazminatı ödenmesine razı olunmuştur.

Ayastefanos ile bir anda Ege Denizine açılan ancak Berlin antlaşması ile bu bağlantısı kesilen Bulgaristan bunu bir kenara not etmiştir ve sonraki dönemlerde sürekli bu hayal ile yaşamaya başlayacaktır.

Konumuzla direkt olarak bağlantısı olmamakla birlikte Berlin Antlaşmasından 3 yıl sonra 1881 de Fransızlar (Cezayir dahil olmak üzere) Tunus’u, 4 yıl sonra da 1882’deİngilizler Mısır’ı işgal etmişler ve yüzyıllardır Osmanlı idaresinde olan bu kadim topraklar geri gelmemek üzere bir oldu bitti ile elimizden çıkmıştır.

Berlin Antlaşması ile Osmanlı’nın elinde Batı Rumeli olarak adlandırılan ve 3 bölgeden oluşan Arnavutluk (İşkodra ve Yanya vilayetlerinden) Trakya (Edirne Vilayetinden) ve Makedonya (Selanik, Manastır ve Kosova vilayetlerinden oluşan) bölgeleri kalmıştır. Arnavutluk’ta daha çok Arnavutlar, Trakya bölgesinde Türkler ağırlıklı nüfus olarak bulunmakla birlikte, Makedonya bölgesi tam bir mozaik halindedir. Zira bu bölgede, Arnavut, Rum, Bulgar, Sırp, Romen, Karadağ ve Türklerden oluşan karışık bir demografik yapı mevcuttur.  İşin garip tarafı, söz konusu bölgeyi üzerinde yaşayan her millet kendisine ait hissetmekte ve her ortamda bunu ileri sürmektedirler ve Balkanlardaki asıl kaynayan kazan Makedonya kaynaklıdır. Berlin Antlaşması ile bölge halkına yönelik bir dizi reform sözü veren Abdülhamit Han, söz konusu reformları bir türlü uygulamaya koymamış ve hatta olabildiğince el altından körükleme yoluna gitmiştir.

Abdülhamit Han anılarında “Balkan hayduduna vurmak üzere her elimizi kaldırdığımızda Rusya’yı yahut İngiltere’yi karşımızda bulduk. Zaten İngiltere ile Rusya evimizi harap eden iki fareye benziyorlar. Eskiden Fransa, bu iki iğrenç kemiriciye karşı istediğimiz zaman çıkarabileceğimiz güvenli bir savunucumuzdu. Fakat Fransa her gün biraz daha bizden ayrılmaktadır. Allah’a şükür bunu gidermek için Almanya ile dostluk kurmuş bulunuyoruz. Bu namuslu müttefikimiz herkesi hizada tutmasını bilecektir” dese de, Balkanlarda ok yaydan çıkmış, her millete mensup çeteler, diğer bir millete mensup insanların canına ve malına kast etmeye başlamış Rumeli’yi kan, ateş, barut ve bombalar bürümüştür.

Olayların merkezinde Makedonya vardır ve Bulgar Yunanlıyı, Sırp Bulgar’ı, Arnavut Sırp’ı katletmiş ve nihayet bunların hepsi de fırsat buldukça Türkleri bölgeden kaçırmak için zorbalıkta ve haydutlukta sınır tanımamışlardır.

İmparatorluğun tek sorunu Balkanlar’da değildir aynı zamanda, Yemen’de ayaklanmalar çıkmış, Suriye bölgesinde Dürziler isyan etmiş, bununla birlikte askerler ve Devlet memurları düzenli maaş alamaz olmuşlar ve dolayısıyla bürokrasi tıkanmış, dış borç ve hayat pahalılığı baş edilmez bir hal almıştır.

Diğer taraftan, tekrar meşrutiyetin ilan edilmesi halinde söz konusu olumsuz havanın ve şartların düzeleceğine yönelik bir algı oluşmaya başlamış ve bu yöndeki talepler dillendirilmeye başlamıştır.

Sultan Abdülhamit Han Devletin tek hâkimidir ve neredeyse ülkeyi tek başına yönetmektedir. Ülkenin bu zor günlerinde en ufak bir olumsuzluğun dahi Padişaha mâl edildiği bir zamandan geçilmektedir ve baskıcı rejime karşı gelenler derhal susturulmakta ve cezalandırılmaktadır. Askerlerin ve önde gelen aydınların düşüncesine göre Meşrutiyet’in tekrar ilan edilmesi halinde ülke düzelecek, memleketin birçok yerindeki kardeş kavgası da son bulacaktır. Bu düşüncede olanlardan ve gizliden gizliye kurulan gün geçtikçe de güç kazanan kurumların başında da İttihat ve Terakki Cemiyeti gelmektedir ki, özellikle Selanik ve Manastır’daki askerler arasında çok fazla taraftar bularak örgütlenmiştir.

Tamda bu hassas günlerde önce dünya basınına ve kısa süre sonra da İstanbul basınına yansıyan haberlere göre İngiliz kralı Edward ile Rus çarı Nikola, bugünkü Estonya’nın başkenti Reval’de bir araya gelerek Osmanlı’yı paylaşmak üzere görüşmüşler ve anlaşmışlardır.

Gerek Balkanlardaki bitmek bilmeyen ve bastırılamayan isyanlar, gerek ülkenin diğer bölgelerinden gelen talepler ve özellikle de genç ve gelecek vâdeden askerlerin şiddetli talepleri, Reval görüşmelerinden sonra iyice artmış ve başta Enver Bey olmak üzere birçok asker isyan etmiştir. Sonuçta olaylar karşısında Padişah 2. Abdülhamit Han, 24 Temmuz 1908’de istemeye istemeye 2. Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalır.

Meşrutiyetin ilanı ile birlikte çıkarılan genel af, Balkanlardan Kudüs’e, Yemen’den Karadeniz kıyılarına kadar tüm memlekette bir bayram havası estirmiş, dün isyan edip dağa çıkanlar bugün marşlarla, türkülerle şehirlere dönmeye başlamıştır. Birkaç gün öncesine kadar kimin kimi ve neden öldürdüğü belli olmayan yerlerde, kucaklaşmalar başlamış, tüm yurda bir bahar havası gelmiştir.

2.Meşrutiyetin ilanından 5 ay sonra, seçimler yapılarak 17 Aralık 1908 de Meclis-i Mebusan’da açılarak yaklaşık 32 yıl aradan sonra faaliyetine yeniden başlamıştır.

Ama bir gariplik vardır bu işte; zira 260 sandalye sayılı mecliste 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 1 Ulah (Romen) ve 127 Türk milletvekili vardır. Evet, 133 sözde azınlık milletvekiline karşı 127 Türk milletvekili. Bu dağılıma göre asli unsur ve Devletin asıl sahibi Türkler ülkeyi yönetmesi için seçilen mecliste azınlık durumuna düşmüştür.

Bu tabloya göre artık ne bir Avrupa devleti, ne de Rusya’nın Osmanlı coğrafyasındaki herhangi bir azınlığın hakkını bahane ederek müdahale etmemesi gerekmektedir.

Öte yandan herşeyin düzeleceğine, zor ve acı günlerin geride kaldığına inanılırken daha Meşrutiyetin sevinci bile tam olarak yaşanmamışken,5 Ekim 1908’de Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini açıklamıştır. Osmanlı’nın köhnemiş yapısı bu durum karşısında gerçekçi bir tepki bile vermemiş ve verememiştir. Ancak bu oldu bittiye Sırplarçok sert şekilde karşı çıkmışlar, söz konusu topraklarda yaşayanların çoğunun Sırp olduğunu ileri sürerek haklarının yendiğini ileri sürmeye başlamışlardır. Aynı şekilde Karadağlılarda tepki vermeye başlamış ve Avusturya’ya ve dolayısıyla Osmanlı’ya tehdit vari notalar vermişlerdir. Tüm bu gelişmelere paralel olarak aynı gün yani 5 Ekim 1908 de Bulgaristan Prensliği’de tam bağımsız bir krallık olduğunu ilan ederek Osmanlı ile sembolik bağını koparmıştır.

Bab-ı Ali, yani Osmanlı olan biten her şeyi sembolik protestolarla geçiştirmeye çalışmış ve söz konusu oldu-bittilere çaresizlikten gözünü kapatmıştır.

Okyanus çok dalgalı ve gemi her yerinden su almaktadır, Padişah Abdülhamit Han kurt bir kaptandır ancak gerek tayfaların gerekse yolcuların hepsi ayrı telden çalmaktadır. Ufukta kara da görünmemekte, fırtına da gittikçe şiddetlenmektedir.

Tarihler 1909’un nisan ayını gösterdiğinde İstanbul’da büyük halk olayları ve silahlı çatışmalar başlamıştır. Sözde bir gâvur icadı olan Meşrutiyet sistemine karşı halk ayaklanmış hükümetin derhal istifasını istemiştir. Şehirde ne kadar başıbozuk insan varsa olaylara dâhil olmuş, kimse kimden ne istediğini bilmeden birbiri ile çatışmalara girmiştir. Padişah Abdülhamit Han, elindeki başta muhafız alayları olmak üzere kendisine bağlı askeri, “kardeşkanı döktürmem” diyerek isyancıların üzerine göndermemiş ve hükümetin istifasını kabul etmiştir. İstifası kabul edilen hükümet İttihatçıların desteği ile kurulan hükümettir ve söz konusu hükümet bir isyan üzerine istifa ettirilmiştir. Kurulan yeni hükümetbu sefer İttihad ve Terakki cephesinin tepkisine yol açmıştır ve ayrıca İstanbul sokaklarındaki asayişsizlikte devam etmektedir. Derhal Selanik’ten yola çıkarılan Hareket Ordusu İstanbul’a gelmiş ve sözde isyanı bastırarak 33 yıllık Abdülhamit saltanatına son vermiştir.

Ancak ok yaydan çıkmıştır artık ve gemi sürekli su almaya devam etmektedir. Aynı günlerde Adana bölgesinde Ermeniler büyük bir isyan başlatmış, Yemen’de ve Asir’de de ayaklanmalar şiddetlenmeye başlamıştır.

Tüm bunlara ilaveten birde Arnavutlar isyan etmiştir. Yaklaşık 2 milyon nüfuslu ve bu nüfusun % 70’i Müslüman olan ülke, diğer Balkan ülkeleri gibi bağımsızlık bahanesi ile Osmanlı yönetimine bayrak açmıştır. O güne kadar Osmanlı ile en ufak bir sorunu olmadığı gibi, içlerinden yüzlerce Devlet adamı ve idareci çıkmış olan Arnavutların bu isyanına karşı Osmanlı’nın tepkisi sert olur ve isyan kanlı biçimde bastırılır. Bu bastırılma sonucunda Arnavutlar küstürülmüştür artık ve Balkanlardaki tek Osmanlı dostu millet de kaybedilmiştir.

Meşrutiyet’in ilan edilmesi halinde her şeyin düzeleceğine ve sihirli değnek değmişçesine sorunların çözüleceğine inanan İttihat ve Terakki mensupları şaşkındır. Zira sorunların biri bitmeden birisi çıkıyor, her gelen yeni sorun bir diğerine rahmet okutmaya başlamıştır. Avusturya’nın Bosna’yı ilhak edişi, Bulgaristan’ın krallığını ilan edişi, Balkanlar’dan başka Ermeni, Yemen, Suriye isyanları ve hepsinden önemlisi Arnavutlarınbaşkaldırışı, ayrıca içerde başlayan kuvvetli muhalefet ve 31 Mart hadisesi… Ülkenin kaderini eline alan İttihat ve Terakkiciler aşk derecesinde vatan sevdalısıdırlar, ancak Devlet yönetiminde son derece acemi ve beceriksizdirler.

Bu şartlar altında o güne kadar “hasta adam”Osmanlı’nın mirasından bir pay alamayan İtalya’da Trablusgarp’ı işgal etmiştir. İttihat ve Terakki yönetimi Trablusgarp valisi İbrahim Paşa’nın İtalya’nın niyetlerine yönelik tüm uyarılarına rağmen bölgedeki askerini Yemen’deki isyanı bastırmak üzere oraya göndermiştir. Trablusgarp savunmasızdır. Akdeniz İtalyan kontrolündedir ve denizden asker sevkiyatı mümkün değildir. Osmanlı ile kara bağlantısı zaten olmayan bölge kaderine terk edilmiştir. Daha sonraki yıllarda ülkenin kaderine etki edecek Enver, Mustafa Kemal, Halil, Kuşçubaşı Eşref bey gibi bir avuç vatansever subay bin birmeşakkatle gizli yollardan Trablusgarp’a geçerek yerel halkı örgütlemişler ve İtalyanları sahil boyuna hapsetmişlerdir. Uzun vadede başarı kesindir, ancak bu gençlerin vakitleri yoktur, zira Balkanlar’dan akmaya başlayan kan Çatalca’ya yani İstanbul önlerine gelmiştir….

Savaşın hemen öncesinde Balkanlarda tam bir curcuna hâkimdir. O günlerde Osmanlı hâkimiyetinde olan en büyük kara parçası Makedonya’da Bulgarların, Sırpların, Karadağlıların ve Yunanlıların gözü vardır ve hepsi de bu toprakların tarihin ilk çağlarından itibaren kendilerine ait olduğunu ileri sürmektedir. Bulgarlar, Sırplar ve Karadağlıların üçü de ıslav ırkındandır ancak sürekli birbirleri ile kanlı bıçaklıdırlar. Her ne kadar Osmanlı’nın son hali içler acısı olsa da, söz konusu bu devletler için hâlâ bir dev hükmündedir. Zira her biri daha çok kısa bir süre önce Osmanlı’dan ayrılmış olup, silah ve ordu bakımından yok hükmündedirler. Yukarıda bahsettiğimiz üç Devletin dışında birde Yunanlılar vardır işin içinde ve Edirne ve hatta İstanbul yüzyıllardır rüyalarını süslemektedir. Her biri ayrı ayrı olduğunda bir anlam ifade etmeyen bu Devletlerin yüzyıllardır süre gelen anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak anlaşmalarından ve ittifak etmelerinden başka çareleri yoktur bu durumda.

Diğer taraftan bu Devletlerin aralarındaki en önemli sorun Kiliseler sorunudur. Bölgedeki tüm kiliselerin merkezi, 1870’li yıllarda Bulgar ve Sırp kiliselerinin Patrikhaneden ayrılmasına kadar İstanbul’daki Rum Patrikhanesidir. Bu tarihten sonra Balkan milletleri arasında kıyasıya bir kiliseler sorunu yaşanmaya başlamıştır. Hangi kilisenin hangi okula bağlı olduğu sürekli tartışma konusu olmuş ve dönemin Padişahı Abdülhamit Han’a bu sorunun çözümü için sürekli baskı yapılmıştır. Ancak padişah tüm bu baskılara yıllarca direnmiş ve çözümü sürüncemeye bırakmıştır.

31 Mart isyanından sonra Abdülhamit Han tahttan indirilmiş ve yerine İttihat ve Terakki kontrolündeki Sultan Reşat getirilmiştir. Sonrasında ise, 3 Temmuz 1910’da Kiliseler ve Okullar Kanunu çıkartılarak teker teker hangi kilisenin ve hangi okulun kime ait olduğu kanunla belirlenmiştir. Böylece bu yüzden sürekli boğaz boğaza olan Balkan milletleri arasındaki sorun Devlet eliyle çözüme kavuşturulmuştur. Sabık hükümdar Sultan Abdülhamit Han bu haberi sürgünde olduğu Selanik’te alır ve Muhafız Komutanı Rauf Orbay anılarında bunu; “Abdülhamit’in başını iki elinin arasına alarak, eyvah! Şimdi Yunanlılarla Bulgarların el ele vererek üzerimize çullanmalarını bekleyin. Ben bu birleşmeye 30 sene bin bir bahane ve sebeple mani olmuştum” dediğini ifade eder. Kendi aralarında anlaşarak çözmeleri mümkün olmayan en büyük sorunu Devlet eliyle çözülen milletler, bundan sonra saldırı ve son darbeyi vurmak için ittifak yapmaya başlayacaklardır.

13 Mart 1912’de önce Bulgarlarla Sırplar anlaşmıştır, 29 Mayıs ta Bulgarlar bu sefer Yunanlılarla mutabakat sağlamış ve son olarakta bu anlaşmadan iki ay sonra Bulgar-Karadağ birlikteliği sağlanmıştır. Görüldüğü üzere masanın bir kenarında daima Bulgarlar vardır ve diğer 3 devleti ikna eden de onlardır. Zira Ayastefanos antlaşması ile verilen, 3 ay sonra Berlin antlaşması ile tekrar elinden alınan toprakları bir türlü unutamamış ve ne pahasına olursa olsun bu idealinden vazgeçmemiştir.

Peki, Balkanlarda bu gelişmeler olurken, azılı düşmanlar tüm husumetleri bir kenara bırakıp Osmanlı’ya yani bize karşı el sıkışırken Bab-ı Ali yani bizi yönetenler ne yapmaktadır? Bahsi geçen antlaşmaların olduğu dönemde iktidarda Sait Paşa hükümeti vardır ve meclis kürsüsünden sık sık Balkan hükümetleriyle ilişkilerin mükemmelliğinden söz etmektedir ancak Ülke müthiş bir krizden geçmektedir taş üstüne taş koyacak durum yoktur ve Sait Paşa hükümeti çekilerek yerine 93 harbinin yıldızı parlak paşası Gazi Ahmet Muhtar Paşa “büyük kabine” olarak adlandırılan hükümetiyle iş başına geçer.Ancak Onun döneminde de aymazlık hâkimdir ve gerekli tedbirler alınmaz. Meclis ise tam bir curcuna dönemi geçirmektedir. Türklerin azınlıkta olduğu ortamda FerozAhmad’ın İttihatçılıktan Kemalizme adlı eserinde belirttiğine göre Rum milletvekili Boşo (Boussios) Genel Kurul’da herkesin gözünün içine baka baka “ben Osmanlı Bankası ne kadar Osmanlıysa O kadar Osmanlıyım” (o dönemde Osmanlı Bankası İngiliz Sermayesi ile kurulmuş bir bankadan ibarettir) diyebilecek kadar cüretkârdır. İttihat ve Terakki’ye karşılık, Hürriyet ve İtilaf partisi kurulmuş, şiddetle muhalefet yapmakta, hiçbir kanun ve düzenleme yapılamamaktadır.

Yine bu dönemde Yemen’de isyan şiddetli bir hal almıştır ve Rumeli ordusunda görevli 35 taburluk gibi çok önemli bir kuvvet Genel Kurmay Başkanı Ahmed İzzet Paşa komutasında Yemen’e gönderilmiştir. Düşmanların saldırı için birbiri ile antlaşma yaptığı bir dönemde böylesine önemli bir kuvvetin çok uzak bir diyara kaydırılması inanılması güç bir aymazlık eseridir. Zaten oraya gönderilen kuvvette iklim şartlarının elverişsizliği ve farklılığı yüzünden hiçbir başarı gösteremeden eriyip gitmiştir. Diğer taraftan “büyük kabine” hükümeti, daha önce ilan ettiği ve Ağustos ayı içerisinde yapılacağını ilan ettiği Trakya Ordu Tatbikatını da iptal ederek ordudaki terhisi gelen askerlerin tamamını terhis ederek dünya kamuoyuna iyi niyet ve savaş karşıtı olduğunu göstermek istemiştir. Ancak bölgede son derece hız kazanmış olan asayişsizlik, her milletin canına ve malına tasallut eden katliamlar, özellikle Bulgar cenahında büyük karşılıklar bulmakta, savaş yönünde mitingler yapılmakta ve protestoların ardı arkası kesilmemektedir.

Bu çerçevede ordularını çıkması her an beklenen savaşa hazırlayan Balkan devletleri karşısında Osmanlı Ordusunun hali içler acısı bir durumdadır.

O dönemde 4 ayrı ordudan mürettep Osmanlı’da 1. Ordu (Merkezi İstanbul), 2. Ordu (Merkezi Selanik) 3. Ordu (Merkezi Erzincan) ve 4. Ordu (Merkezi Bağdat) yanında 14. Kolordu ile de Yemen’de silahaltındadır. Bu tabloya göre herhangi bir cephede bozgun olması durumunda Anadolu savunmasız ve bomboştur. Ayrıca orduda müthiş bir Alaylı-Mektepli çekişmesi vardır ve bu iki grup yüzünden komuta kademesi arasında iletişim yok denecek kadar zayıftır. Özellikle Sultan Abdülhamit Han döneminde ordu ve askerlikle hiç ilgisi olmayanlara verilen unvan ve nişanların sahibi olarak bilinen alaylı grubu ile harp okullarından yetişen ve cepheden cepheye koşan mektepli grubu arasında rekabet had safhadadır. Tüm bu olumsuzlukların yanında ülke yönetimini elinde bulunduran İttihatçılarile onları sevmeyenlerin rekabeti ve hasmâni ilişkiler orduda da ayyuka çıkmıştır.

Osmanlı Ordusundaki tüm bu olumsuzluklar karşısında Balkan ülkeleri topyekûn bir seferberlik başlatmış durumdadır. Tüm ülke başkentlerinde mitingler düzenlenmekte, hükümetlerine Osmanlı ya karşı savaş çağrıları yapılmaktadır. Bu şartlarda Bab-ı Ali affedilemeyecek bir aymazlığa daha imza atarak, Sırbıstan’ın Almanya’dan satın aldığı yüksek miktardaki top ve savaş teçhizatını başka hiçbir ülkenin izin vermemesine rağmen Selanik üzerinden geçişine izin vererek dostane (!) bir tavır sergilemiştir. Söz konusu toplar kısa bir süre sonra kopacak savaşta Türk askerine ölüm kusacaktır.

Tüm ordunun durumu hemen hemen aynıdır, Balkanlarda savaş rüzgârları esmeye başladığı dönemde 3.Ordu komutanı İsmail Fazıl Paşa hükümete bir rapor göndererek özetle; “bu ordu ile harp edilemez, ne yapacaksanız diplomasi yoluyla yapın” diyerek uyarıda bulunmuştur.

Tarihler 30 Eylül 1912’yi gösterdiğinde hazırlıklarını mükemmel bir şekilde tamamlayan eski dost, yeni düşman Devletler peş peşe ordularına sudan sebepleri bahane göstererek seferberlik emri vermeye başlarlar. Mevsimin savaş için müsait olmadığından ve Avrupalı dostlarımızın (!) herhangi bir savaşa müsaade etmeyeceğinden dolayı hâlâ gerçekleri görmek istemeyen Bab-ı Ali, söz konusu seferberlikleri pek ciddiye almasa da O’da 1 Ekim 1912’de seferberliğe karar vererek daha birkaç ay önce terhis ettiği askerlerini tekrar silah altına almaya başlar. Bu bağlamda İstanbul’daki 1. Ordu Doğu Ordusu, Selanik’teki 2. Ordu da Batı ordusu adını alarak hazırlıklara başlar. Ordu komutanları hükümete başvurarak seferberliğin tam ve mükemmel bir şekilde yapılması için en az 35-40 günlük bir süreye ihtiyaç olduğunu, başlaması muhtemel bir savaşta bu sürenin mutlaka göz önünde bulundurulmasını isterler.

Artık savaş için geri sayım başlamış olmakla birlikte, Osmanlı Ordusunda olumsuzluğun sınırı yoktur. Ancak Balkan ülkelerinin tahrik edici açıklamaları, orada yaşayan soydaşlarımıza reva görülen muameleler Türk halkında da müthiş bir infial uyandırmış ve silahını kuşanan, atına binen halk savaş naraları atmaya başlamıştır.

Balkan Harbine gazeteci olarak katılan Ermeni Aram Andonyan Balkan Harbi Tarihi adlı eserinde o günlerin İstanbul’unu; “İstanbul bir muharip şehir görüntüsüne bürünmüştü. Daha çok bir gezi olan Taksim Stadı Meydanı boydan boya toplar, arabalar, atlar, çadırlar, yük arabaları, saman yığınları ve her türlü savaş araçlarıyla kaplıydı. Aynı manzara harbiye nezareti ve Sultan Ahmet Meydanlarında da görülüyordu. Trenler sadece askeri ulaştırmaya ayrılmıştı. Askere çağrılan yalınayak, sefil, perişan köylüler bir gün sonra askeri üniformayı giyince tanınmaz hale geliyor, neşeli, kendinden emin, yiğit cengâverler olup çıkıyorlardı.” diye anlatır.

8 Ekim 1912’de ilk Savaş ilanı Balkanların en küçük ülkesi Karadağ’dan gelir. Karadağ Hükümeti ile Osmanlı Hükümeti arasında uzun süredir devam eden sorunların harcanan onca dostane çabaya rağmen çözüme kavuşmadığından bahisle, savaştan başka çarelerinin kalmadığını bu itibarla Osmanlı Devletine savaş ilan ettiklerine dair nota, Karadağ Büyükelçisi tarafından Bab-ı Âli’ye iletilir. Bu küçük Balkan ülkesinin savaş ilanı pek fazla da önemsenmez, zira uzun süredir adı konmamış bir savaş vardır zaten iki ülke arasında. 10 Ekim 1912 de dönemin büyük devletleri olan Avusturya, Rusya, İngiltere, Almanya ve Fransa, taraflara ortak bir nota vererek savaşa kesinlikle karşı olduklarını, herşeye rağmen bir savaş çıkarsa Avrupa Türkiye’sinin topraklarında herhangi bir değişikliği kesinlikle kabul etmeyeceklerini bildirirler. Bu demektir ki, Osmanlı’nın çıkacak savaş sonunda galip gelmesi durumunda toprak kazanımına müsaade edilmeyecektir.

14 Ekim’de Yunanistan Girit’le birleştiğini ilan ederek bir nevi savaş ilanı yapar. Osmanlı seferberlik ilan edeli henüz 15 gün bile olmadan bir oldu bitti ile daha karşı karşıya kalmış bulunmaktadır. Bununla birlikte Padişah Sultan Reşad imzalı bir bildiri ile; … altı yüzyıldan beri Osmanlıların zaferlerine sahne olan Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan’daki hayalperestler, Osmanlıların canlarını ne kadar pahalıya sattıklarını unutuyorlar” diyerek üstü kapalı bir savaş ilanı yapmıştır.

Karşılarında 4 aydan beri hummalı bir şekilde bu savaşa hazırlanan 4 ayrı ülke bulunan Osmanlı İmparatorluğu, seferberliğini ilan edeli henüz 15 olmasına ve ordu kumandanlarının tam hazırlık için en az 35-40 gün gereklidir demelerine rağmen yukarıdaki bildirinin akabinde 16 Ekim 1912’de Bulgaristan’a ve Sırbistan’a resmen savaş ilanında bulunmuştur.

Bab-ı Âli esaslı bir değerlendirme yapmadan harp ilanı yapmıştır ve bununla da kalmayıp, Abdullah Paşa komutasında ki Doğu Ordusu’na Bulgarlara karşı taarruz emri vermiştir. Güya hazırlıksız yakalayacakları Bulgar kuvvetlerinin bozulup, Sofya’ya kadar sürülmesi düşünülmüştür. Ancak cephedeki Osmanlı Ordusu perişandır. Sürekli yağmur yağmaktadır ve bereketli Trakya toprakları yağan yağmurla birlikte bataklığa dönüşmüştür. Apar topar Anadolu’nun çeşitli yerlerinden getirilen gençler karmaşa halinde oradan oraya gitmektedirler. Ne bir düzen, ne bir intizam vardır. Birçokları birliğini aramaktan yorgun ve bitap düşmüş durumdadır. Askerin üzerinde doğru dürüst elbise bile yoktur, iaşe sıkıntısı daha ilk andan itibaren baş göstermiş, ikmal yapılamamaktadır. Hiçbir detay ve ayrıntı düşünülmeden harp ilanına karar vericiler üstüne üstlük bu içler acısı duruma rağmen orduya taarruz emri vermişlerdir.

Abdullah Paşa bu ordunun değil taarruz, savaşacak durumda dahi olmadığını, Bulgar Ordusunun Çatalca önlerinde durdurulmasının dahi büyük bir başarı olacağını daha savaşın ilk günü rapor etmiştir, ancak Devletin idaresini elinde tutan eskinin anlı şanlı Paşaları bu görüşte değildirler ve ani baskınla Bulgar ordusunun kesinlikle bozulacağını düşünmektedirler.

Şevket Süreyya Aydemir’in Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver adlı eserinde Selanikli Bahri adlı subayın anılarında; “Araziden yararlanmayı, silah kullanmayı bilmeyen askerler, her taburdaki askerlerin dörtte üçünü oluşturuyordu. Verilen 400 metrelik nişangaha 2.000 metrelik nişangah düzenlemeye uğraşan, fişeği namlunun ucundan tüfeğe sokmaya çalışan askerlerin orduda asker olarak bulunmalarına gülmek mi ağlamak mı lazımdı bilemiyorduk, Rumeli’de o temiz topraklarda usulüne uygun olarak on adımlık bir geri çekilme dahi yapamadığımıza kıyamete kadar yanmalıyız” dediğini yazar.

İşte böylesine bir ordu ile Balkan Savaş’ına girmişizdir ve buna rağmen hem savaş ilanını biz yapmışız, hemde bu orduya taarruz emri vermişizdir.

Osmanlı Ordusu 115.000’i Doğu Ordusunda Bulgarlara karşı, 188.000’i de Batı Ordusunda Karadağ, Sırp ve Yunanlılara karşı olmak üzere toplam 303.000 askerden oluşmakta iken, Bulgarlar 250.000, Sırplar 200.000, Yunanlılar 120.000 ve Karadağlılar da 40.000 askerden oluşan toplamda 610.000 askerle savaş alanlarına inmişlerdir.

Osmanlı’nın 16 Ekimdeki savaş ilanına Bulgaristan 18 Ekimde karşı ilanla karşılık verir ve artık silahlar konuşacaktır. Edirne müstahkem bir kaledir kale komutanı Şükrü Paşa gibi yüksek karakterli, bilgili ve üstün meziyetli bir kumandandır. Türk ordusu Kırklareli’nin batısında bulunmaktadır ve 21 Ekim’i 22 Ekim’e bağlayan gece orduya taarruz için emir verilmiştir. 22 Ekim 1912 çok şiddetli olmamakla karşılıklı saldırılarla ve çarpışmalarla geçer. Ancak 23 gecesi arkadan diri ve taze kuvvetlerle beslenen Bulgar ordusu küçük ama ani bir baskınla Türk ordusunun öncü kuvvetlerine saldırır. Aşırı yağmur altında ezilen, yorgun ve aç olan Türk askeri bu baskın karşısında darmadağın olur ve “düşman geliyor, basıldık, kaçın” gibi naralarla süratle geriye doğru ricat etmeye başlar. Çığlıklar, bağırmalar rüzgar gibi tüm birliklere dalga dalga ulaşmıştır ve kimse ne olduğunu anlamadan geriye doğru koşmaya başlamıştır. Sürü psikolojisi ile hareket eden asker yığınları ellerindeki tüfekleri dahi atarak can havli ile geriye doğru koşmaya başlamıştır.

Tüm birlikler arasında zaten zayıf olan iletişim kopmuş, haberleşme sağlanamamış ve ordu daha ciddi bir harbe tutuşmadan dağılmıştır. Doğu Ordusu komutanı Abdullah Paşa 23 Ekim 1912 de Lüleburgaz’a çekilme talimatı vermiştir. Dramatik sahneler yaşanmaktadır bu çekilmede, Balkanlardan sadece soğuk ve yağmurlu hava gelmemiştir o günlerde, uzayıp giden göçmen kafileleri yollarda, derelerde seller oluşturmuş, çoluk çocuk, yaşlı, genç yüzbinler doğuya İstanbul’a doğru bir sefere çıkmıştır. Mahşeri kalabalıklar içinde ölüler, yaralılar, hastalar yol kenarlarında kaderlerine terk edilirken, bir dilim mısır ekmeğine tüfeğini satan askerler yadsınamayacak kadar fazladır. Kırklareli birden bire boşalmıştır. 24 Ekim’de Bulgar ordusu bir aldatmaca olabileceği düşüncesiyle şehre girmekten çekinmiş, ardı ardına keşif kolları göndermiştir. Oysa Türk askeri şehri bir gece öncesinden yangından kaçarcasına terk etmiştir. Tük tarihinde bir ilk yaşanmıştır ve yenilmeden bir şehri terk etmiştir.Ve Bulgar ordusu bölgede yaşayan Hristiyan ahalinin çılgın tezahüratları altında şehre girmiştir. Bulgarlar koca Türk şehrine bu kadar kolay girebileceklerini rüyalarında görseler inanmayacaklardır. Bulgar süvarisi Türkleri takibe devam etmek ister, ancak Türk Askeri Bulgar Süvarisinden bile hızlı çekilmektedir.(!) Ayrıca yollar Türklerden kalan toplar, top arabaları, kağnılar vs gibi malzemelerle doludur ve ulaşımı zorlaştırmaktadır.

Tarihler 25 Ekim 1912’yi gösterdiğinde Türk Ordusu Lüleburgaz’da canhıraş bir çaba ile durdurulabilmiştir ve eldeki kıt imkânlarla tekrar düzenlenmeye çalışılmış ve Bulgar Ordusunu en azından burada durdurulma çabası içine girilmiştir. Ordu kumandanı Abdullah Paşa savaşın başından beri taarruza karşı çıkmış ve Çatalca’da konuşlanacak ordu ile savunma yapılmasını istemiştir. Talepleri kabul edilmeyen Paşa, Kırklareli’nin hazin bir şekilde elden çıkması üzerine görevinden istifa etmiş fakat bu istifası da kabul edilmemiştir.

İnanılması güç şeyler olmaktadır cephede, Genel Kurmay Başkanı Nazım Paşa cepheye gelmiş ve komutayı ele almıştır. Kolordular arası iletişim hiç yoktur. Telefon ve telgraf hatları çekilememekte, en hayati konularda bile komuta kademesi birbirinden habersiz hareket etmektedir. Düzenli bir mevzi alma ve savunma hattı oluşturmak için 3-4 günlük bir zaman boşu boşuna geçirilmiştir ve karmaşa halen devam etmektedir. Bu şartlar altında 30 Ekim’de savaş tekrar başlamıştır. Hayal bile edemeyecekleri bir başarıyı çok kolay kazanan Bulgar askeri daha bir morallidir ve atak halindedir. Buna karşılık manevi olarak çökmüş, moral olarak yıkılmış, harap ve bitap bir Türk askeri vardır karşılarında. Sonuç yine hüsranla bitmiştir ve 30 Ekim 1912 de tekrar çekilme talimatı verilmiştir istikamet Çatalca’dır.

Ortalama yüz bin kişilik bir ordu ile, Balkan coğrafyasından artarak devam eden göç kafileleri yolları yine doldurup taşırmaktadır. Yine Şevket Süreyya Aydemir yukarıda bahsettiğimiz eserinde bu durumu; “Evet Rumeli göçüyordu. Rumeli boşalıyordu. Rumeli Türkleri akıp geliyorlardı. Rumeli’yi yüzyıllarca evvel alan, Rumeli’de yüzyıllardır yaşayan son Türkler, 20. Yüzyılın başında alevlenen bu yangının alevleri içinde yanarak, çamurlar içinde eriyerek, her sürünüşte biraz daha azalarak, biraz daha kaybolarak her an daha koyulaşan bir karanlığın içinde, sonu bilinmez gerçeklere doğru akıyorlardı. Bu kaçışta ya arkadan düşman yetişir, kafileyi kılıçtan geçirir. Ya soğuk, açlık, hastalık, yağmurlar ve bin bir çeşit bela kafileyi her gün küçültür, yoksullaştırır” şeklinde anlatmıştır.

Doğu Ordusu bir çığ gibi Çatalca’ya akarken, Batı Ordusu, yani Selanik, Üsküp ve İşkodra gibi önemli Türk yurtlarını Yunan, Sırp ve Karadağlılara karşı savunmakla görevli ordunun durumu da Doğu Ordusundan farksızdır.  Sırp Ordusuna bugün Makedonya toprakları içinde bulunan Kumonova’da yenilen Ali Rıza Paşa Komutasındaki Batı Ordusu Üsküp’e doğru hem de bozgun halinde çekilmektedir.

Balkan Savaşına Batı Ordusunda teğmen olarak katılan Ömer Seyfettin, “Balkan Harbi Hatıraları” adlı eserinde de bu geri çekiliş sırasında gördüklerini “Bu sabah Leskovik’e doğru yola çıktık. Aydonan’da şiddetli muharebeler oluyormuş. Biz Leskovik’ten cephane alacağız. Yolda kaybolan hayvanımı aramak için geri kalmıştım. Bir çalılığın içinde doktoru, eczacıyı 1. ve 2. Taburlardan birkaç zabiti gördüm. Yeri kazıyorlardı. Meğerse açlıktan bir nefer ölüyormuş. Ağzından köpükler akıyordu. Zavallı daha tamamıyla nefesi bitmeden kazılan mezarının seslerini işitiyordu” şeklinde ifade etmiştir.

Süratle Çatalca önlerine gelen Batı Ordusu için artık burası son duraktır. Ayrıca burada 93 harbinden kalma bakımsızda olsa mevziler vardır ve savunma hattı için doğal yapısıda çok uygundur. Kısmen de olsa orduya bir ruh gelmeye başlamıştır. Zira düşmanı burada da tutamazlarsa geriye gidecekleri bir yurtları kalmayacaktır. Bulgarlar artık iyice havaya girmiştir bu arada. Osmanlı’nın barış görüşmelerine başlama teklifine bir cevap bile vermedikleri gibi, Bulgar Orduları komutanı General Savof karargâhına davet ettiği yabancı muhabirlere “Baylar 8 gün sonra Çargrad’da (İstanbul’da) olacağız” diye beyanat vermiştir.

17 Kasım sabahı iki tarafın yoğun top atışları ile Çatalca önlerindeki muharebe hız kazanmış, top seslerinin İstanbul semalarında duyulmaya başlamıştır. O günlerde hükümetin Bursa’ya nakledilmesi bile düşünülmüş, ancak Başbakan Kamil Paşa kesinlikle hükümetin naklinin söz konusu olmadığını ilan etmiştir.

Bulgarlar çok kolay kazandıkları iki muharebe sonunda esaslı bir direnişle karşılaşmışlar ve işlerinin bu defa kolay olmadığını anlamışlardır. İlk birkaç gün içinde ciddi  kayıplar veren Bulgar tarafında moral olarak çöküşler baş göstermeye başlamıştır. İaşe sorunu yaşamaktadırlar ve yağan yağmurlar onları da son derece olumsuz etkilemektedir. Bu şartlar altında Bab-ı Ali’nin 12 Kasımda yaptığı ateşkes teklifini şartlı olarak kabul edeceklerini açıklamışlardır.

Çatalca önlerinde bulunan Bulgar ordusu, diğer taraftan Edirne’yi abluka altına almıştır ve savaşın ilk günlerinden beri Edirne halkı açlıklada imtihan etmektedir. Barış görüşmelerinin sonunda Osmanlı, Bulgarların çatalca önlerindeki ordusuna erzak ikmali için Edirne’den geçen tren yolunun kullanılmasına izin vermiş ve ateşkesten sonra erzak trenleri açlık çeken Edirnelilerin gözleri önünde Bulgaristan’dan gelip Çatalca’ya doğru peş peşe gitmiştir. Bulgarlar trenden etrafa ekmek, sigara, şeker gibi malzemeleri atarak bunu alaylı bir gösteriye çevirmişlerdir.

Harpte ilk silahların patladığı 18 Ekim 1912’den barış görüşmelerinin başladığı ve silahların sustuğu 3 Aralık tarihine kadar yaklaşık 45 günlük süre zarfında Bulgarlar zar zor Çatalca önlerinde durdurulabilmiştir İstanbul halen büyük bir tehdit altındadır. Söz konusu barış görüşmeleri sadece Bulgarlar yönünden başlamıştır ve birde Selanik, İşkodra, Üsküp gibi İmparatorluğun önemli şehirlerini kapsayan savaşlarda Batı Ordumuz boy göstermektedir lakin onların durumu da Doğu ordusundan farksızdır. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi Batı Ordusuna mensup binlerce asker geliyorum diyen savaşın ayak seslerine rağmen vapurlara doldurularak Yemen isyanını bastırmak üzere o bölgeye kaydırılmış ve yeni asker sevkiyatı yapılamadan savaş patlamıştır. Osmanlı’nın o döneme kadar tarih boyunca hep yanında olan Arnavutlar küstürülmüş ve Batı Ordusu engin coğrafya da tek başına kalmıştır. Anavatanla bağlantı yolları kesilmiş gerekli ikmal yapılamamıştır. Daha ilk karşılaşmada Sırp Ordusu karşısında Kumanova Savaşında bozgun yaşanmış ve tecrübesiz askerler arkasına bakmadan Üsküp’e doğru kaçmaya başlamıştır. Ayrıca bu cephede 3 ayrı Devletle savaşılacaktır ve buda zaten yetersiz olan ordunun 3’e bölünmesi demektir. Bununla birlikte 3’e bölünen ordunun her biri arkadan bir başka düşman tarafından çevrilme tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.

Özellikle Sırp ve Yunan orduları görülmemiş şekilde vahşice davranışlar sergilemiş, bunlara yerli Hristiyan halkta eşlik etmiştir. Osmanlı ordusu her cephede tel tel dökülmüş, kendilerine umut bağlayarak yüzyıllardır yaşadıkları evlerinden ayrılmayan veya kaçmaya fırsat bulamayan Müslüman-Türk halkına tarihte eşi benzeri görülmemiş zulümler yapılmıştır. Yine Aram Andonyan adlı Ermeni gazeteci Balkan Harbi Tarihi adlı eserinde Yunan Ordusunun Alasonya kentine girişini; “Yunanlılar gece vakti girdiler Alasonya’ya. Şehirde minarelere çıkan altı hoca düşmanı tüfek ateşi ve lanetle karşıladı. Bu kaçamamış olan tüm Müslümanların kurban gittikleri bir katliama bahane oluşturdu. En çok vahşeti yakın köylerin Rum sakinleri gösterdiler. 1897’deki şiddet hareketlerinin öcünü almak için şehre girdiler, katliamdan sonra tüm islam evlerini tahrip ettiler, yada yaktılar. Tüm şehir gece sabaha kadar muazzam bir yangın manzarası oluşturdu. Oysa Türkler çekilirken (1897’deki Türk-Yunan harbindeki çekilmeden bahsetmektedir) kimseye bir zarar vermemişlerdi” şeklindeki ifadelerle gözler önüne sermiştir.

Batı Ordusu darmadağın olmuştur ve ne tarafa çekilse bir başka düşman askeri ile karşılaşma ihtimalleri vardır. Sürekli yağan yağmur, soğuk ve açlık başı boş kalan askeri düşman askerinden daha çok telef etmektedir. Bu dönemde Selanik halen Osmanlı askeri kontrolündedir ve cepheden kaçan askerin büyük kısmı harap ve bitap şekilde Selanik’e akın etmektedir. Selanik’te Tahsin Paşa komutasında yaklaşık 25.000 asker vardır tüm cephelerde ardı ardına kaybedilen savaşlar Paşa’da ve askerde büyük bir yıkıma sebebiyet vermiştir. Çok geçmeden Yunan ordusu şehri kuşatmaya başlamış ve 7 Kasım 1912’de Paşa bu kadim Türk yurdunun savaş olmadan teslimi konusunda görüşmeler yapmak üzere şehirde bulunan yabancı konsoloslardan yardım istemiştir. Tahsin Paşa, 25.000 askerle, sayıları 100.000’i bulan düşmana karşı direnmenin sonuç vermeyeceğine kanaat getirmiştir.

Selanik’in çatışmasız bir şekilde Yunanlılara teslim edilmesine karşılık, şehirde bulunan tüm Osmanlı Askerleri şehir dışında bir yere yerleştirilecek ve hiç birisi esir alınmayacak ve şehirdeki tüm silah ve cephaneler bir depoda muhafaza edilerek savaş sonunda askerlerle birlikte memleketlerine gönderilecektir. Anlaşma böyledir fakat uygulama tatbikî böyle olmamıştır. Kentteki Rum halkın çılgınca alkışları ve camlardan, balkonlardan askerlerin üzerine serpilen güllerle kente giren Yunan Ordusu ilk önce Tahsin Paşa ve yaklaşık 25.000 askerini sorgusuz sualsiz esir almışlar, depolarda bulunan onlarca top ve mühimmata da el koymuşlardır. Şehre Yunan ordusundan bir gün sonra Bulgar ordusu, ondan bir gün sonra da Sırp ordusu girmiştir ve hepsi bu kadim Müslüman-Türk şehrinin birer mahallesine karargâh kurmuştur. Savaş meydanlarındaki tüm Devletlerin üzerinde gözü vardır Selanik’in ancak burun farkıyla zafer Yunanlıların olur, zira şehre ilk önce onlar girmiş ve savaşmadan teslim almışlardır.

Selanik fetholunduğu ilk günden itibaren Osmanlı için çok önemli bir merkezdir. İstanbul’dan sonra ikinci başkent de denilebilir bu özel şehre. Ancak bir tek mermi bile sıkılmadan, yok pahasına bir daha gelmemek üzere hazin bir şekilde elden çıkmıştır tüm Balkan coğrafyasının elden kayıp gidişi gibi.

Koca Balkanlar ipi kopan tesbih taneleri gibi hızla elimizden kayıp gitmişti gitmesine de, Devletin elinde asker ve silah namıma da bir şey kalmamıştı. Binlerce Anadolu evladı başta olmak üzere silah ve cephanede Balkanların çamurlu dağlarında ve ovalarında yerlere serilip kalmıştı. Bulgarlarla devam eden barış görüşmeleri çıkmaza girmiş, Edirne’nin kesin olarak Bulgaristan’a bırakılma şartı kabul edilmek istenmemekle birlikte buna hayır denilmesi karşısında ödenecek bedeli kimse tasavvur bile edememektedir. Trakya sınırının Midye-Enez hattına kadar çekilmesi gündemdedir ve antlaşma yapılması an meselesidir. Memleketi ve memleketteki tüm azınlıkları kurtarma bahanesi ile Meşrutiyeti ilan ettiren ve daha sonra Sultan Abdülhamit Han’ı tahttan indiren İttihat ve Terakkinin imajı yerle bir olmuş ve bağlanan umutların gerçeğe dönüşmesi artık hayal olmuştur. Halk Abdülhamit’i mumla arar hale gelmiştir.

23 Ocak 1913’te Bakanlar Kurulu yukarıda bahsettiğimiz Midye-Enez hattının kabulü ile, Edirne’nin de içinde bulunduğu 600 yıllık Türk yurtlarını düşmana bırakan Londra Antlaşmasına “olur” vermek üzere toplantı halindeyken Meşrutiyet’in “Hürriyet Kahramanı” Enver Bey, beyaz atı üzerinde ve etrafındaki 15-20 fedaisi ile toplantı salonunu basarak hükümetin istifasını ister. Gerekçe gayet mantıklı ve geçerlidir, zira Edirne düşmana bırakılmamalıdır.Baskın sırasında Harbiye Nazırı Nazım Paşa dâhil ölenler olmuştur ama amaç gerçekleşecektir. Toplantı salonuna giren Enver Bey, dönemin Başbakanı Kamil Paşa’nın karşısına geçerek kısa ve net konuşur; “millet sizi istemiyor, istifa ediniz” der ve Paşanın elinden istifa ettiğine dair dilekçeyi alır ve akabinde Padişahın huzuruna çıkarak, yeni hükümeti Mahmut Şevket Paşa’nın kurması için gereğini yapmasını rica eder. O dönemde henüz binbaşı olan Enver Bey’in bu talebi karşısında Osmanlı İmparatorluğu Padişahı ve tüm Müslümanların halifesi Sultan Reşad sadece, “peki öyle olsun, hayırlı olur inşallah” diyebilmiştir.

Bu baş döndürücü gelişmeler olurken Edirne, Yanya ve İşkodra gibi mühim şehirlerde hala Osmanlı Bayrağı dalgalanmakta olup, yarın neler olacağını kimse kestirememektedir. Anlaşma imza edilmemiş ama artık kimsenin dayanma gücü de kalmamıştır. Ne düşman tarafında tahammül kalmıştır, ne de aylardır dünya ile bağlantısı olmayan Şükrü Paşa komutasındaki Edirne’nin direnci kalmıştır. Açlıktan toplu ölümlerin bile baş gösterdiği Edirne daha fazla dayanamaz ve 26 Mart 1913’te Bulgarlara teslim olmuştur. Düşmana bırakılamaz denilerek uğruna darbe yapılan bu mübarek şehrin başta Selimiye Camisi olmak üzere mübarek mabetlerinde düşman çizmeleri gezmekte tüm yurtta katran karası bir matem havası esmektedir. Çatalca önlerinde durdurulan Bulgar kuvvetlerine, Edirne’nin işgali ile boşa çıkan koca bir ordunun daha katılması muhtemeldir. Oysa Osmanlı’nın elinde ne istihkâmı güçlendirecek yeni kuvvetleri vardır ne de eldekileri teçhiz edecek imkân. Ne askerde, ne de halkta kara bir umutsuzluktan başka bir şey yoktur.

Koca Balkan coğrafyasında harbin başladığı tarihten sonra Türk Bayrağının dalgalandığı sadece İşkodra kalmıştır ve oda çok uzaklardadır. Batı Ordusu ateşe düşen kartopu gibi eriyip gitmiştir meçhul yerlerde. Şehit olmayıp kurtulabilenlerin bir kısmı kendi imkânları ile Batı Arnavutluk’a doğru çekilmeye, sığınacak güvenli bir yer aramaya başlamıştır. Selanik’i alan Yunan ordusu da bu kalıntı kuvvetlere son darbeyi vurmak üzere peşlerine düşmüştür. Aram Andonyan bu Anadolu çocuklarının perişan hallerini şöyle anlatmıştır; “Manastır Savaşından sonra Osmanlı Batı Ordusu, düşman Arnavut şehirlerinde çile doldurdu. Hem Sırplar, hem Arnavutlar tarafından kovalandılar, göçebe bir hayat yaşamak zorunda kaldılar. Hemen her şeyden, yiyecek, giyecek ve ilaçtan bile yoksundular. Sanki hayalet kafilesiydiler. Bahtsız ordu ve komutanları Arnavutluk’ta acılarını dindirecek kimsecikler bulamayacaklardı. Batı Ordusunun kalıntıları terkedilmiş, küçümsenmiş durumda kovalanarak, kesin barışa kadar sürdürdüler varlıklarını

Balkanlar’da direnen son Osmanlı Kalesi İşkodra kalmıştır artık. İşkodra’nın Etrafı göl ve mevsim itibari ile bataklık bir yapıya sahip olduğundan savunması kolay, zapt etmesi zordur. Hem Karadağlılar, hem de Sırpların yoğun saldırılarına rağmen direnmektedir umutsuzca. Kale komutanı Hasan Rıza Paşa’dır ve son derece liyakat sahibi bir askerdir. Dünya ile iletişimi de kesilmiştir kalenin. Ateşkes veya bir antlaşma olsa bile haber alamayacak durumdadır İşkodra! 30 Ocak 1913’ü, 31 Ocağa bağlayan gece Hasan Rıza Paşa bir suikast sonucu katledilir. Paşa’yı kendisinden sonra komutayı alacak olan Arnavut asıllı Esat Paşa’nın öldürttüğü düşünülür ama olay aydınlatılamaz. Komutayı alan Esat Paşa direnişe devam eder. Birçok defa saldırıdan sonuç alamayan Karadağ ve Sırp kuvvetleri yıpranmıştır. İşkodra’nın savunucuları da çok yıpranmıştır, hastalık, açlık ve ölümler tıpkı Edirne’de olduğu gibi burada da baş göstermeye başlamıştır. Sırpların İşkodra ile pek bir alakası yoktur aslında, diğer taraftan Avusturya ile Sırbistan arasında gerilim hâd safhadadır. Bu yüzden Sırplar kuşatmayı bırakarak ayrılırlar İşkodra önlerinden. Artık sadece Karadağ kuvvetleri kalmıştır kale önünde. İşte tam bu günlerde Londra Antlaşmasından bir hafta önce 23 Nisan 1913’te Esat Paşa’nın Karadağlılarla anlaşarak kaleyi teslim ettiği haberi alınır. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere Esat Paşa Arnavut asıllıdır ve Karadağlılarla anlaşarak, kendisine verilecek Arnavut Krallığı karşısında İşkodra’yı Karadağlılara teslim ettiği o dönemde dilden dile dolaşmıştır.

Söylenilenler iddiadan öteye geçmemiştir, ancak ne Esat Paşa Arnavutluk’un başına geçebilmiş, nede İşkodra Karadağlılara yâr olmuştur. Büyük Devletlerin baskısı ile teslimden sadece 3 hafta sonra İşkodra Arnavutluk’a bırakılmış ve bu güzelim Türk yurduda ne olduğu ve nasıl olduğu da anlaşılamadan elimizden çıkmıştır.

Artık her şey bitmiştir ve Batılıların insafına kalmıştır Devlet-i Aliye’nin kaderi. Gerçi savaştan önce ortak bir bildiri yayımlayarak “savaş çıkması durumunda hasta adam Osmanlı’nın sınırlarının değişmesine müsaade edilmeyeceği” belirtilmiştir ama o bildirinin anlamı Osmanlı’ya haddini aşma demek manasındadır ve toprak kaybeden, hem de kimsenin hayal bile edemeyeceği oranda toprak kaybeden Osmanlı’dır. O halde yayımlanan bildirinin bir hükmü yoktur ve 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra Barış Antlaşması (!) ile Osmanlı’nın Avrupa’daki sınırı İstanbul’un hemen batısından olmak üzere Midye-Enez hattından başlayacak, Girit Yunanistan’a verilecek, Ege Adalarının geleceği büyük devletlerin insafına bırakılacaktır.

Londra Antlaşmasından fazla bir süre geçmeden pastadan ummadıkları şekilde pay alan Balkan Devletleri bu sefer kendi aralarında anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Zaten hiç birisi birbiri ile dostta değillerdir. Yüzyıllara dayanan düşmanlıklarını sırf Osmanlı ile başa çıkabilmek için askıya almışlardır ama savaştan sonra her biri bir diğerinin payına düşen topraklara göz dikmişlerdir. Daha hemen 30 Mayısta imzalanan antlaşmadan birkaç gün sonra kıpırdanmalar ve çatışmalar başlamış ve nihayet 29 Haziran’da 3 devlet arasında resmen bir savaş başlamıştır. Diğer tarafta tüm Türk milletinin gönlü de gözü de Edirne’de kalmıştır ve Padişahından köylüsüne Edirne’nin düşmana verilişini içine sindirememiştir. Balkan devletlerinin bir birine tutuştuğu bir dönemde İttihat ve Terakkinin önde gelen siması Enver Bey’in baskısı ve teşviki ile Teşkilat-ı Mahsusa destekli fedailerin başını çektiği bir grup, tüm baskı ve şantajlara rağmen rüzgâr gibi Edirne’ye doğru harekete geçmiştir bile.

Enver Bey’in tüm yurttaki ününe ün katan bu hareket, milleti sevince boğmuştur. Seveni olduğu kadar çekemeyenleri de çok olan Enver Bey için o dönemde “Edirne’yi Enver almasında Bulgar’da kalsın” denilecek kadar kıskanılan bir simâdır, ancak başında Enver Bey’in olduğu gönüllüler Osmanlı Ordusunun desteği ile Edirne’ye girmiştir ve tüm İslam ümmetinin göğsünü kabartmıştır.

Kuşçubaşı Eşref Bey’in komutasında ilerleyen gönüllü fedailer hızını alamamışlardır Edirne’den sonra, daha düne kadar havası Türk, suyu Türk, bağı Türk, dağı Türk olan ata topraklarına yıldırım gibi girmişler ve irili ufaklı önlerine çıkan tüm kasaba ve şehirleri yeniden fethetmeye koyulmuşlardır.

Ancak bu ilerleyiş fazla sürmemiş, Batılı Devletlerin Osmanlı’ya baskı yapması sonucu, Osmanlı Hükümeti’de söz konusu gönüllü birliklerden desteğini çekmiş ve derhal harekâtın durdurulmasını istemiştir. Bunun üzerine de, bugün bir kısmı Yunanistan’da, bir kısmı Bulgaristan’da kalan bölgede Batı Trakya Türk Hükümeti ismiyle bir bağımsız bir Türk Devleti kurarak harekâtı sonlandırmışlardır.

Balkan Savaşları, sebepleri ve sonuçlarıyla çok önemli bir savaştır ve derinlemesine incelenmesinde fayda vardır. Özellikle Balkan coğrafyasında yaşayan milletlerin, emperyalist güçlerin dini ve etnik yönden etkilemesinin bir örneğini bugün maalesef Ortadoğu’da görmekteyiz. Her gün yeni bir etnik yapının ön plana çıkartıldığı örgütler ve yapılar, milletleri ve Devletleri yok yere karşı karşıya getirmekte, milyonlarca masum insan yerinden yurdundan olmakta, binlercesi canını kaybetmektedir.

Siyasetin ayrıştırdığı, liyakatsizliğin ve adam kayırmanın hâd safhada olduğu, torpilin ve rüşvetin bölük bölük ayırdığı Osmanlı ordusu, kendisi ile asla aynı kefeye konulamayacak 3,5 Devletçiğin ordusu karşısında perişan olmuştur. Ancak Balkan Savaşlarından yaklaşık 1 yıl sonra kopan 1. Dünya Savaşında aynı Osmanlı Ordusu toplam 5 ayrı cephede bu sefer kendisinden fersah fersah üstün düşmanlara karşı 4 yıl boyunca yılmadan, yıkılmadan inatla döğüşmüştür.

Askerlerin sadece askerden emir aldığı, görevinin sadece ülkesini ve milletini iç ve dış düşmanlara karşı korumak olduğu bilincindeki Türk askeri, tüm imkânsızlıklara rağmen dünyayı kendisine hayran bırakacak kahramanlıklara imza atmıştır.

Balkan Savaşlarında tüm silah ve cephanesini cephede bırakan Osmanlı Ordusu, yine söz konusu vatanı olunca bu açığını Almanya’nın desteğinin yanı sıra, fakru zaruret içerisindeki halkından karşılamış, İmparatorluğun dâhilindeki ve haricindeki Müslüman-Türk halkı canını ve malını, varını ve yoğunu vatanı ve milleti için seferber etmiştir.

Bu seferberlik yaklaşık 10 yıl boyunca sürmüş, eli silah tutan tüm halkı cepheden cepheye koşan kahraman Türk erkeklerinin açığını ve boşluğunu, gözü yaşlı kadınlar ve aksakallı yaşlı nüfus kapatmıştır.

Türk Milletinin genlerinde işlenmiş olan vatan sevgisi, Balkan Savaşları’nın ağır mağlubiyetten sonra ortaya çıkmış ve söz konusu sevginin verdiği güç ve imanla, düşmanı anavatanından atıncaya kadar devam etmiştir.

Diğer taraftan, Rumeli’de yaşayan milyonlarca Müslüman-Türk soydaşımız, asırlardır yaşadıkları yerlerinden kopup gelerek anavatanlarında yeniden yurt kurmuşlar ve vatan kaybetmenin acısını ve zorluğunu geldikleri yerlerdeki insanımıza aşılamışlar ve var olan vatan sevgilerine katkıda bulunmuşlardır.

Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi – SASAM

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
YAZARIN SON YAZILARI
Anzavur İsyanı - 12 Temmuz 2019 20:22
Kuşçubaşı Eşref - 1 Mart 2019 00:03
Yemen - 11 Kasım 2018 20:01
Enver Paşa - 4 Ağustos 2018 00:29
Osmanlı’nın Son Fethi; Bakü - 14 Eylül 2017 14:54
Hocalı Katliamı - 25 Şubat 2017 14:21
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ